10 Temmuz 2009 Cuma

CEMAATTEN DEVLETE GİDEN YOL:HİCRET

Cemaatten devlete giden yol: Hicret
İslâm coğrafyasında Müslümanların müşrik rejimlerin işçiliğini ve bekçiliğini yapma zilletinin içine düştükleri ve hatta bu zillette hayrda yarıştıkları gibi birbirleriyle yarıştıkları bir dönem ve devrede hicreti gündeme getirmek, ateşten bir gömlek giymek gibidir. Hicret, harbi ve mürtedler tarafından istilâ edilmemiş bir İslâm toprağında yaşama kavgasının adıdır. Müslümanın gerçek vatanını aramasıdır. Müslümanın vatanı, Müslümanın doğduğu, doyduğu yer değil, inancını yaşayabildiği yerdir. İbn-i Haldun; "İnsan, içinde yaşadığı muhitten edindiği alışkanlıklarının çocuğudur" der. Bu, sosyolojik bir tesbit olarak doğrudur. Ancak bir Müslüman için geçerli değildir. Müslüman insan; ne içinde yaşadığı muhitten edindiği alışkanlıklarının çocuğudur ve ne de içinde yaşadığı anın çocuğudur. Müslüman insan, her yerde ve her zaman kendi inancının çocuğudur. Zaman ondadır, mekân ona emanettir. Vakit kendisini kuşanmadan o inancı adına vakit kuşanır ve içinde yaşadığı mekâna inancını âmir ve hâkim kılar. Hiçbir çaresizlik mü'min insanı inancından ve inancına göre yaşama aşkından, sevdasından vazgeçiremez. Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, Müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır. "Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)" Onlar, "Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik" derler. Melekler de, "Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!? derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler!" (4/Nisâ, 97-99). Mekke'de, Müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir İslâm ülkesinin bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."(İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty., c. XIV, sh. 57). Mâlum olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına hâiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "Hicret ibâdetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî'ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret! Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi! İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in; "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır" (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî) hükmü gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fukahâ, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), "Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (sav); "Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir" buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı (Müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki Müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir. Savaş söz konusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibâdeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir. Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâlâ'nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in sünnetinde yer alan her hükmün "mutlak hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, Müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 178-180, İst/1998)
Mustafa Çelik 01.02.2006 Vakit

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder