30 Haziran 2009 Salı

bir resim,bir hadisi şerif(sav):kişi sevdiğiyle beraberdir.




fetullah gülen cemaatinden niçin ayrıldım?

Tarih 1979
FETHULLAH GÜLEN DİYOR Kİ:
"Hemi Vallah, hemi Billah, hemi Tallah bu devirde bırakın başka yerlerini, kadın yüzünü bile gösteremez."
...
Tarih 23 Ocak 1995
FETHULLAH GÜLEN DİYOR Kİ:
"Kadının başını örtmesi meselesi bir iman meselesi ölçüsünde önemli değildir. Umumi manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez. Teferruata ait meseledir."

Biri sizi bir defa aldatırsa suç onundur. İkinci defa aldanırsanız bilin ki suç sizindir.
SARAH BERNHARDT
***************



BAŞLANGIÇ YERİNE...
Yıllardır anlatmaktan dilimde tüy bitti. Çünkü kiminle karşılaşsam, uzun yıllar içinde bilfiil bulunduğum Gülen cemaatinden niçin ayrıldığımı soruyordu. Zira bu cemaat içerisinde çeşitli kademelerde on beş yıla yakın fazla görev yapmış birisiydim. Bu görevler arasında özellikle talebe yetiştirme konumumuz olduğu için, yüzlerce insanın yetişmesine vesile olmuştum. Bir de buna yıllarca sürdürdüğüm cemaate esnaf kazandırma çalışmalarını da eklerseniz, niçin böyle bir soru ile karşı karşıya kaldığımı daha iyi anlamış olursunuz.
"Gülen cemaatinden niçin ayrıldın" sorusu, cemaat mensuplarından geldiği gibi, cemaatin dışında olanlardan da sık sık geliyordu. Gülen cemaatinden ayrıldığım 1999 yılından bu yana, başta da değindiğim gibi anlatmaktan dilimde tüy bitti. Böyle bir durumdan kurtulmak maksadıyla sorulan soruya paralel olarak "Gülen Cemaatinden Niçin Ayrıldım" ismiyle ayrılma sebeplerini anlatan bir kitap kaleme almaya karar verdim.
Böyle bir çalışma ile hem sorulan sorulara cevap vermekten kurtulmuş olacağım, hem de yaşadıklarım tarihe mal edilmiş olacak. Bazılarınız yaşadıklarımın tarihe mal edilmesini önemsiz görebilir. Ancak ülkenin tarihinde mühim roller oynamak maksadıyla oluşturulan bir hareketin başlangıç noktası ve geldiği yerin tespiti açısından ne derece önemli olduğu açıktır. Zira zikredilen hareket içerisinde çok ciddi kırılmalar yaşanmış ve binlerce insanın ümidi soldurulmuştur. İnsanları "Bu hak yoldur" diye çağırıp, sonra da hak yola uygun olmayan işlerde istihdam etmenin, ne İslamî, ne de insani yönü olmadığı açıktır. Bu açıdan zikredilen kırılmaların yazılması mübrem bir keyfiyet olarak ortaya çıkmıştır.
Böyle bir kitap kaleme aldığım için birçoklarının çok kızacaklarını ve hatta beni “hainlik”le suçlayacağını biliyorum. Hak bir davayı, kendi süfli emelleri için kalp bir para gibi harcayan böyle tiplerin kızmaları veya benim için değişik mülahazalarda bulunmalarının hiçbir önemi olmadığını şimdiden belirtmek istiyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin "Hakkın hatırı yüksektir. Hiçbir hatıra feda edilmez. Hakkı söyleyeceğim. Bu hususta kimin hatırı kırılırsa kırılsın" sözünü kendim için bir hayat düsturu olarak kabul ettiğimi beni yakından tanıyan herkes çok iyi bilir. Zaten Rabbimiz bir ayetinde "Rabbimiz Allah'tır, deyip de sonra bunda doğruluğa sarılanlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar" (Ahkaf 13) demiyor mu?
Eskinin ünlü komünistlerinden Hasan Cemal, geçtiğimiz yıllarda "Kimse Kızmasın Kendimi Yazım" diye bir kitap kaleme almış ve yaşadıklarını günahlarıyla-sevaplarıyla ortaya koymuştu. Ben de "Gülen Cemaatinden Niçin Ayrıldım" isimli eserimi "Kim kızarsa kızsın, hakkın hatırı için yaşadığım hakikatleri yazdım. Kaleme aldıklarımda asla hilaf-i hahikat birşey yoktur. Davası olmayanın sevdası olmaz. Bizim sevdamız davamızadır. Sesimizde davamıza olan sevdamızdan dolayı gür çıkmaktadır" mülahazalarıyla kaleme almaya çalıştım.

Gülen cemaatinden niçin ayrıldığımın daha iyi anlaşılması için, Gülen cemaatine niçin katıldığımın anlatılmasının, meselenin anlaşılması bakımından önemli olduğuna inanıyorum. Bu açıdan baştan başlayarak gelinen noktanın resmini çekmeye çalıştım. Bunu yaparken başta Gülen olmak üzere hiç kimseyle şahsi hiçbir meselem olmadığını ve şahsi haklarımın hepsini helal ettiğimi belirtmek istiyorum. Kitabın ilerleyen sayfalarında şahsiymiş gibi görünen meselelerin anlatılması ise sadece yaşananların boyutunu ortaya koymak içindir. Ancak dava adına işlenen cinayet çapındaki yanlışlar ve istismarlardan doğan haklarımı helal etmediğimi de bilinmesini istiyorum.

Selim Çoraklı (selim )

fetullah gülen ve değişim,dönüşüm rüzgarları

[Araştırma]

Gülen ve değişim rüzgarları
Selim Çoraklı (selim )

Gülen vedeğişim rüzgârları!
Fethullah Gülen, Bediüzzaman Hazretleri’nin açmışolduğu “Nur ekolü”nden gelen ve özellikle Türkiye tarihinin son on beş yılınamührünü vuran bir isim. Sergilediği tavırlar ve ortaya koyduğu hizmet stilisebebiyle hakkında çok büyük tartışmaların yaşandığı Gülen, kim ne der ve nasıldeğerlendirirse değerlendirsin, genel anlamda iyi görünen çalışmalara imzaatmasını başardı. Bu sebeple Türkiye’de ve bütün dünyada haklı olarak teveccühgördüğü gibi, faaliyetlerinden dolayı eleştirenleri ve düşmanları çok oldu.
Gülen’i eleştirenleri genel olarak iki kategoridedeğerlendirmek mümkün. Birinciler meseleyi İslâmî açıdan ele alarak, yapılanfaaliyetlerin İslâmiyet’e uyup uymadığı konusunda ele alırken, ikinciler tamtersi bir istikamette Gülen’in “Şeriat devleti” kurmak istediğini iddia etti.İkinci kesimin en önemli özelliği ise, laikçiliği ilke edinmeleri vekendilerini “Vatanın tek sahibi” sanmalarıydı. Hâlbuki bu kesimin Gülen’ieleştirmeye hiç mi hiç hakları yoktu. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin bırakınkonsolosluk, büyükelçilik açmayı, belki de adını bile duymadığı ülkelerde;teşvik ettiği bağlıları gidip okul ve kurs açarak ülkemizin adını duyurdu,oralarda Türk bayrağını dalgalandırdı ve İstiklal Marşı’nı okuttu. Bu açıdandeğerlendirildiğinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ve laikçiliği ideoloji edinenlerinFethullah Gülen’e altın madalya vermesi gerekir. Ancak bırakın altın madalyavermeyi, laikçiler ve T.C. Gülen’i “Ülkeyiyıkmak için teşekkül kurmakla” ya da “CIAajanı” suçlamasıyla yargılamakla meşgul oldu. Gülen, sırf bu yargılamalarve tacizler sebebiyle, sohbetlerinde yıllardır “Büyük Şeytan” olarak vasıflandırdığı ABD’ye sığınmak zorunda kaldıve hâlâ da orada yaşıyor.
Gülen’i eleştiren kesimlerden birinin başta da değindiğimizgibi meseleyi İslâmî açıdan ele almaları olduğunu söylemiştik. Bu kesimineleştirilerine merkez aldıkları fikir, Gülen’in özellikle 28 Şubat sürecindensonra İslâmî meselelerden büyük oranda taviz vermesi oldu.
Bana göre Gülen’i İslâmî açıdan eleştirenler büyükoranda haklıydı. Niçin haklı olduklarını gelin isterseniz beraberceinceleyelim:
Gülen, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin teorisiniortaya koyduğu bir sistemin pratiğini yapmaya çalışan ve bunu 1994-1995yıllarına kadar büyük bir başarı ile devam ettiren biri. Ancak Gülen’inzikredilen tarihlerde o güne kadar takip ettiği hizmet metodunu ciddi anlamdadeğişikliğe uğrattığı açıktır. Zira 1994-1995 tarihlerine kadar tam anlamıyla “Ehl-i sünnet” çizgisinden ayrılmayanve bu hususta “Hedefe gitmede her yolumeşru görme düşüncesi Makyevelizmdir. Müslüman yapacağı hizmetlerde meşrudaireyi “Kur’an ve sünnet yolunu takip etmek zorundadır” ilkesine sıkısıkıya bağlıydı. Ancak bu tarihten ve özellikle de 28 Şubat sürecinden sonrakihizmet metodunda “Hedefe gitmede heryolu meşru görme” gibi bir anlayışı merkeze yerleştirdiği görüldü. Hattabaşlattıkları “Hoşgörü ve diyalog” faaliyetleriçerçevesinde, ne kadar zalim, kafir, münafık, kapitalist, komünist, ateist veataist varsa, hepsine adeta “dost”oldular. Hatta daha da ileri giderek bu kesimlerle, diğer İslâmî hizmet verenkesimlerden bile daha sıkı fıkı arkadaş oldular. Bu dönemde Gülen, televizyonve gazetelerde kendilerinin “diğerMüslümanlar” gibi olmadıklarını anlatmanın gayretine girdi. 28 Şubatsürecinde Kanal D’de Yalçın Doğan ile yaptığı konuşmada, şimdiye kadar yaptığıicraatlarla tam anlamıyla bir maneviyat düşmanı olan Bülent Ecevit’e kalbiısınırken, aynı yakınlığı büyük bir kesimin liderliğini yapanlardan esirgedi.
Tıpkı 12 Eylül’de Kenan Evren’e verilen destek gibi 28Şubat sürecinde de Çevik Bir gibi maneviyat düşmanlarına olmadık temennalarçekildi. Hatta onun ne derece şerefli(!) bir asker olduğunu, yazdığı mektuplateyit etti. Çevik Bir’in isterse kurdukları okullara gelerek şeref(!)vereceğini ve yine isterlerse şimdiye kadar yapılan bütün okulları devletedevredebilecekleri bile açıklandı. Bu dönemde kendilerinin “diğer Müslümanlardan” ayrı olduklarını ispat etmek için iseolmadık tavırlara bürünüldü. Lüks otellerde verilen yemeklerde ne dereceçağdaş(!) olduklarını ispata çalıştılar. Kurdukları televizyon ve basınorganlarında “hedefe gitmede her yolumeşru gören” bir yayın politikası izlemeye başladılar. Yaptıkları müstehcenyayınlar ise insanın yüzünü kızartacak seviyeye geldi.
Gülen’in özellikle ABD’ye gittikten sonra yarım asrayakındır Siyonist İsrail’e karşı mücadele veren Filistinlileri, iki yüz senedirMoskof gavuruna karşı şanlı bir cihad ortaya koyan Çeçenleri ve 12 Eylülöncesinde ülkeyi batma noktasına gelmekten ve komünist istiladan kurtaranülkücüleri terörist ilan etmesi ise tam anlamıyla bir aymazlıktı.
Hepsinden önemlisi 28 Şubat sürecinde başörtüsüdirencini kıran bizzat Gülen oldu. Çünkü bir zamanlar “Hemi vallah, hemi billah hemi tallah kadın yüzünü gösteremez” diyenGülen, bu sefer yapmış olduğu “Başörtüsüfûrüattır, ilim için başörtüsü terk edilebilir, vb” şeklindekiaçıklamalarla başörtüsü mücadelesi veren bacılarımızın aşkını ve şevkini kırdı.Ardından cemaatine mensup kız öğrencilerin başlarını açarak ya da peruk takaraküniversiteye girmeleri ve kendi okullarında görev yapan başörtülülerinbaşlarının açtırılması, bir anlamda ülkemizdeki başörtüsü mücadelesineindirilen en büyük darbe oldu.
28 Şubat sürecinde yukarıda anlatılanlar doğrultusundahareket eden Fethullah Gülen, bu dönemde cemaatini en az zararla sisteminağzından kurtarmaya çalıştı. Ancak kaderin cilvesi olarak, takındıkları butavırla ne hoş görünmek istedikleri ortamlara ve özellikle de sistemeyaranabildiler, ne de “diğerleri”olarak gördükleri Müslüman cemaatlere... Yıllarca temenna çektikleri laik,ateist ve ataist çevreler ilk fırsatta ellerindeki medya organları vasıtasıylaGülen’in ne kadar sisteme karşı konuşmaları varsa, deşifre ettiler. Hatta odönemde zikredilen kesimin elinden gelseydi, hiç çekinmeden Gülen’i idamsehpasına bile çıkarırlardı. Yani yıllarca temenna çektikleri, beş yıldızlıotellerde kol kola poz vererek dostluklarını(!) pekiştirdikleri çevreler,Gülen’i hedef tahtası haline getirerek, bütün güçleriyle saldırdılar.
Gülen’i İslâmî açıdan eleştirenlerin delillerigüçlüydü ve zikredilen süreçte sergilenen tavırların kolay izah edilir birtarafı yoktu. Gülen Papalığın bir misyonu olmaya karar verene kadar özellikletarihselcilik(hermenötik) düşüncesine karşı çıkarken, bu tarihten sonra tamanlamıyla adeta tarihselci kesildi. Bu dönemde Kur’an’ın Yahudi veHıristiyanları kötüleyen ayetlerinin günümüz Yahudi ve Hıristiyanlarınıbağlamadığını bile iddia etti.
Aradan geçen zaman içerisinde 28 Şubat’ın tesirleriazalmaya başlayınca, Gülen ve cemaatinde de yine değişimler görülmeye başlandı.Bu seferki değişim görünüşte eskiye dönüş üzerineydi.
Zikredilen bu değişimi Gülen ve cemaatini yakındantakip eden herkes çok açık biçimde görür. Zaten yapılan yayınlarda da bukendini ortaya çıkarmaktadır. Mesela, www.herkul.org sitesinde Gülen’inAmerika’daki konuşmalarından derlenerek hazırlanan “Kırık Testiden Sızanlar” isimli bölümde bu değişimin izleri açıkçamüşahede edilmektedir. Bu konuşmalarında Gülen bizzat, kafirlere karşı dikduramadıklarını ve bu husustaki tavırlarının yanlış olduğunu beyan etmektedir.
Kendisine sorulan “Birayeti kerime de mü’minlerin vasfı olarak zikredilen ‘Mü’minlere karşı zillet vetevazu, kafirlere karşı izzet’ içinde bulunmayı izah eder misiniz?”şeklindeki soruya verdiği cevapta Gülen aynen şunları söylemektedir:
“Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha bu türlüifadeleriyle aslında ideal mü’minin vasıflarını söylüyor ve bizler için hedefgösteriyor, tabir caizse ‘Böyle olmalısınız’ diyor. Ardından bu noktaya ulaşmakiçin imandan amel-i salihe, ahlak-ı hasene ile mütehallık olmaktan nefis ilemücadeleye kadar değişik yollar ve yöntemler gösteriyor. (...)
Mü’min’in aziz ve zelil görünmesi gereken yerlervardır. Ayet bu hususu genel olarak mü’min ve kâfir olarak belirtmiş.Mü’minlere karşı zillet ve tevazu, kâfirlere karşı izzet ve azamet. Buna göremü’min cephede, düşmanlarına karşı aziz görünür. Aziz görünmekmecburiyetindedir. Bu tür bir atmosferde aksi bir tutum ve davranış dışçevrelerde yenilmiş hissini uyarır. Bu da mü’minin Allah’a olan nisbetinedokunur. Bir diğer ifadeyle ‘Allah’ınkulu ve kölesiyim’ diyen birinin düşmanlara karşı göstereceği zilletEfendimiz(sav)’e raci olur. Halbuki mü’minin O’na olan intisabı onun başını herdaim dik tutmasını gerektirir. Dolayısıyla diyalog adına girilen süreçte deMüslümanlar tavırlarını izzet-i İslâmiye’den taviz vermeyecek şekilde ayarlamakzorundadırlar.
Evet, bizlerin her zaman küfür düşüncesine karşıdimdik olmamız lazım. Sırtımızda taşıdığımız Müslümanlığımızdan utanmamamızlazım. Ne tarz-ı telebbüsümüzden ne selef-i salihinin yürüdüğü caddedeyürümekten utanmamalıyız. Fakat bana öyle geliyor ki bizler daha ziyademü’minlere karşı aziz, kâfirlere karşı zelil davranıyoruz.(...) Diğer taraftankâfir/kâfirler karşısında, onların gücü karşısında zillet yaşıyoruz. Birerminare olmamız gereken yerde kuyu oluyor, kuyu olmamız gereken yerde de dimdikminare gibi görünüyoruz. Günümüzde böyle bir terslik var.”
Gülen ve cemaatinin, Konjönktür hazretlerine(!) uyarak İslami çizgiden ciddi tavizlerverdiği üstü örtülemez bir gerçektir. Bu tavizler neticesinde süreçte yaşananözellikle 1994 yılından sonraki kaymalar yıllarını bu hizmet metodunun başarılıolması için geçirenler ile diğer İslami cemaatlerdeki birçok yazarda büyükhayal kırıklıkları meydana getirmiştir. Temennimiz Gülen’in yaptığı bustratejik ve taktik yanlışlardan bir an evvel dönmesidir.
Buarzu ile hayal kırıklıkları içerisinde (Asım Yenihaber tarafından kalemealınmış “Fethullah hoca dön ve yüzleş”bir yazıyı burada okuyucularla paylaşmanın faydalı olacağına inanıyorum.

FETHULLAHHOCA DÖN VE YÜZLEŞ!

FethullahHoca Dön ve Yüzleş!
Despotlarlayüzleş.
Dünyanınen kuvvetli adamı, zalimden kaçmayan, hakikati onun yüzüne haykıran mazlumdur.
FethullahHoca; dön ve despotlarla yüzleş!
Nurs’luSaid olsaydı öyle yapardı. Bütün ömrünce öyle yaptı. Ömrü mahkemelerde,mahpuslarda geçti. Mahkeme edildiği bütün şehirlerde gül bahçeleri açıldı.Hiçbir savcının, hâkimin adı yok. Onların adını bilse bilse arşiv tozu yutanfareler bilir. Nurs’lu Said’i herkes biliyor.
O,kömürden elmas yapma ustasıydı. Yüz binleri parıl parıl parlattı.
Türkiye,halkının mukaddesatıyla mücadele edenlerin elinde tutsak.
Sendeğil, senin aidiyet unsurun, milletinin kimlik yapıcısı bir numaralı tehdit.
Otutsaklık seni ABD’ye tutsak ediyor. Kendi esaret zincirini kır. Kır ki,cuntanın zinciri de kopsun.
Gelve mahkemede yüzleş.
“Güneş’isağ elime, Ay’ı sol elime verseniz, dönmem ve vazgeçmem” de.
İstimdadıuzlaşma yalakası odaklardan değil, Resulullah’dan et.
Konuş,gerçek bir iz bırak.
Dönve konuş. Seni yargılayanlar aslında seni yargılamıyorlar, referanslarınıyargılıyorlar. Konuş ki, lâl ü ebkem olsunlar!
Kelamınicazı bir daha görülsün. Susmanın ve çekinmenin zamanı geçti. Konuş vedespotları titret!
Mahkemesalonuna yağlı urganını boynuna takmış olarak gel!
Zalimlerinkorkusu, kararlı mazlumlardır. Korkma! Zulüm payidar olmaz. Onlara irticayıanlat. Yargılanacağın salon dokuz şiddetinde depreme maruz kalsın.
Hükmünüyazan kalem titresin.
Hapsedildiğinhücre ürpersin.
Dönve konuş: “Allah’ın ve Resulünün emirlerine ittibadan başka bir şey yapmadım”de.
“Veyapmayacağım” de.
“Aslave kat’a yapmayacağım” de.
“Neyaparsanız yapın, hakikat bu” de.
Hükmünüyazacak kalemdeki mürekkep donsun.
Despotlarınzafer kutlamak için parlattığı kadehler çatlasın.
Vicdanlartitresin, ruhlar ürpersin.
Dönbe Hoca, dön ve konuş!
Tarihekonuş, ervaha konuş. Memleketin taşına, toprağına mefahirini konuş. Alpaslan’a,Osman Gazi’ye, Yıldırım’a, Fatih’e, Yavuz’a, Süleyman’a, Abdulhamid’e konuş.Onlar seni çok iyi anlar.
Memleketintek kapatılamayan medresesinde, Yusuf’un medresesinde tedrisata devam et!
Nurs’luSaid’in gülzarında Muhammedi bir gül olarak açıl.
Onlarsürekli hadlerimizi zorluyorlar. Değerlerimizin bütün hadlerini yıkmakistiyorlar. Haddi aşanlara hadlerini bildirir. Mazlumlar inandıklarından hoşnutolsunlar, imanlarıyla iftihar etsinler.
“Bensadece barışı, yani İslamı istedim” de. Kurtulmayı bekleyen despotlarını irşadet.
Artıkyüzleşmenin zamanı geldi.
Muhammedivakarla, İsevi sükûnetle kürsüye yürü.
İsa(as) gibi çarmıha koş. Ölümün despotların hücrelerindeki kuru hasır üstündeolsa da koş.
Onlarıkurtar. Ölü ruhlarını dirilt. Atıf Hoca’nın ruhunu şad et!
Dön ve dosdoğru konuş...

kaç fetullah gülen var?


Fetullah Gülen son yirmi senede belkide hakkında en çok konuşulan, tartışılan, müspet veya menfi fikirler yürütülen din adamlarından biridir. (Din adamı tabirini tarif için kullanıyorum, yoksa İslam dininde din adamı yoktur, âlim vardır.)
Peki, tartışılan konular nedir? Kimler niçin tartışıyor? Tartışılan kişi hakkındaki kriterler objektif mi? Tartışmalara ile verilen müspet veya menfi düşüncelere baktığımızda karşımıza çok ilginç bir manzara çıkmaktadır. Bu manzara hem Fetullah Gülen’e bakan yönüyle ilginç; hem de fikir yürütenler açısından…
Nasıl mı?
Mesele, Gülen hakkında fikir ileri sürenlere genel olarak bir baktığımızda aynı fikri paylaşan insanların bir kısmının Gülen’e övgüler dizdiğini, diğer kısmının ise pekâlâ yerebildiğini görüyoruz. Bu zıt fikirler içinde geçerlidir. Bakıyorsunuz ki, bir araya gelmeleri mümkün olmayan zıt fikirli insanlar aynı konuda Gülen’i övebiliyor veya yerebiliyor. Bu genel manzaraya baktığımızda insanın kafasının karışmamamı mümkün değil.
Meseleye Fetullah Gülen cephesinden baktığımızda ise çok daha acayip bir manzara ile karşılaşıyoruz. Bir bakıyorsunuz, İslami bir meselede Gülen, herkesin “Radikal” diye isimlendirdiği kesimlerden daha katı hükümler verebilirken; diğer taraftan en liberalistlerin bile dudağını uçuklatacak fetvalara imza atabiliyor. Hatta Gülen bazen birkaç yıl önce çok karşı çıktığı bir görüşü savunurken, savunduğu bir görüşü ise pekâlâ reddedebiliyor.
Gülen’in özellikle 1990 yılından önceki bazı fikirlerini incelediğimizde İslami anlamda “gelenekçi” olarak isimlendirilen bir anlayışı sürdürdüğünü görüyoruz. Ancak bu tarihten sonra ortaya konan düşüncelerde modernizmin izlerinin çok belirgin olduğu gözlemleniyor. Gelenek ve modernizmin iç içe girdiği bir fikirler yığını içerisinde birbirine zıt düşünceleri, gidip gelmeleri, farklı zaman ve zeminlerde farklı fikirler serdetmesi, Gülen’i anlamak isteyenlerin işini gerçekten zorlaştırıyor.
Mesela sadece iki örnek vermek gerekirse:
Birinci örnek:
Bir zamanlar bankalar, sol ayakla girilip sağ ayakla çıkılan yerlerdi (yani WC). Bankaların gölgesinden bile geçmek caiz değildi. Faizin zerresiyle iştigal edenin anasıyla yetmiş kez zina etmiş gibi günahı vardı. Ancak ne olup bitti ise, aradan geçen kısa zaman sonra kurdukları bütün müesseseler bankalarla iş yapmaya, faiz alıp vermeye başladı. Kısa bir zaman sonrada kendi medya organlarında (gazete, TV, dergi vs.) boy boy faiz kurumu olan banka reklâmları yayınlanmaya başlandı. Ve bu hususta son nokta kondu: Artık kendi bankaları da vardı: BANKASYA
İkinci örnek:
Bir zanlar fitne fesat devri olmayı dolayısıyla kadınların değil ellerini ve ayaklarını, yüzlerini bile göstermek caiz değildi. Kadının okuması söz konusu edilemezdi. Hatta “Kadının Okuması” isimli kasetinde Gülen, kadının kocasından gelen mektubu okuyacak kadar (yazmayı bilmesin diyordu) okuma yazma bilmesinin ötesinin caiz olmadığını söylüyordu. Başı açık gezen herkes adeta din düşmanıydı. Kadınlar tıpkı şeytandan Allah’a sığınıldığı gibi, Allah’a sığınılması gereken mahlûklardı. Ancak ne olup bitti ise, birden bire kadınların konumu da değişti. Gülen birçok sanatçı(neyin sanatını yaptıkları ayrı bir makale konusu ya, neyse) ile aynı sahneyi paylaşmaya, onlara ödül verip ödül almaya başladı. Artık kadınların örtünmeleri bile “Für’u” idi. Halkın bunu “Teferruat” olarak anlamasının bir önemi de yoktu. Çünkü zaten kendileri kurdukları müesseselerde tesettürün (bazıları başörtü, bazıları türban dese de doğrusu tesettürdür) Für’u olduğunu, daha doğru ifadesi ile “Teferruat”, “Önemsiz” olduğunu bilfiil yerine getirerek gösterdiler.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, tartışmaların merkezinde Fetullah Gülen duruyor ama ister kendi fikirleri, isterse de hakkında konuşanların yorumları, Gülen’in etrafında dönüşen fikirlerin bin bir çeşit olmasını önleyemiyor.
Gelin isterseniz başta Gülen’in fikirlerinden hareket ederek piyasada kaç çeşit Gülen olduğunu tespit etmeye çalışalım.
Gelenekçi Gülen
Kadın düşmanı Gülen
Radikal İslamcı Gülen
Türkçü Gülen
Anti Türkçü Gülen
Türk-İslam Sentezci Gülen
Erbakancı Gülen
Türkeşçi Gülen
Ilımlı İslamcı Gülen
Liberal ve demokrat Gülen
Nurcu Gülen
Nurcu Olmayan Gülen
Atatürk karşıtı Gülen
Atatürkçü Gülen
Ordu Sever Gülen
Ordu Savar Gülen
Hoşgörüsüz Gülen
Hoşgörü abidesi Gülen
Double Ajan Gülen
Derin devletçi Gülen
Ferdiyetçi Gülen
Sporsever Gülen
Spor karşıtı Gülen
Laik Gülen
Laiklik karşıtı Gülen
ABD Düşmanı Gülen
ABD Dostu Gülen
Papa Düşmanı Gülen
Papa Dostu Gülen
Batı karşıtı Gülen
Batı Yanlısı Gülen
Cemaat lidere Gülen
Cemaati olmayan Gülen
Kalpleri Okuyan Gülen
Siz yukarıdaki Gülen çeşitlerine yenilerini katabilirsiniz. Çünkü Gülen’in, ortaya koyduğu fikirler ile Gülen hakkında yorum yapanların fikirleri bundan daha çok çeşit Gülen olduğunu ispatlamaya yetiyor.
(selim çoraklı)

rasulullah (sav) kimlere beddua etti...

Peygamber Efendimiz her vesile ile rahmet peygamberi olduğunu göstermiş,[1] kendisini taşlayıp,mübarek ayaklarını kanatan Taiflilere Cebrailin gelerek emir beklediğini,Rabden selam getirip istemesi halinde helak edeceğini söylemesi üzerine;onların affını dilemiş ve içlerinden dine hizmet edecek insanların çıkacağını ifade ederek,bedduadan vaz geçmiştir.
Bu konuda ciltler yazılsa yeridir.
Ancak bazı özel durumlar vardır ki;bedduada da bulunmuştur.Allah,Allah resulü,melekler ve insanların laneti vardır.[2]
Abdullah b. Mesûd (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Peygamberimiz (s.a.v.), Kâbe'nin yanında namaz kılarken, Ebu Cehil bazı arkadaşlarıyla orada oturuyordu. Bir gün evvel de bir dişi deve kesilmişti. Ebu Cehil yanındakilere: Hanginiz gidip falancaların dün kestiği dişi devenin sargısını alarak, secde ettiği zaman Muhammed'in sırtına koyar? dedi. Oradakilerin en azgını koşarak onu getirdi ve Peygamberimiz (s.a.v.) secdeye vardığında omuzları arasına koydu. Adamlar gülüştüler ve gülmekten eğilmeye başladılar. Ben ise dikilmiş bakıyordum. Eğer bir gücüm olsaydı Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sırtından o sargıyı fırlatır atardım. Peygamber (s.a.v.) secdeden başını kaldırmıyordu. Nihayet birisi gidip Fatıma'ya haber verdi. Yetişmiş bir kız olan Fatıma gelerek onu sırtından attı. Sonra da o adamlara dönüp onlara çıkıştı. Peygamber namazını bitirince sesini yükselterek onlara beddua etti. Peygamberimiz (s.a.v.) beddua ve hayır dua ettiği zaman üç defa tekrar ederdi. Sonra “Allahım! Kureyş'i sana havale ederim!” diye üç kez beddua eti. Onlar Peygamber (s.a.v.)'in sesini işittikleri zaman bedduasından korktukları için gülmeleri kesildi. Peygamberimiz (s.a.v.) daha sonra (isim sayarak): “Allahım! Ebu Cehl'i sana havale ederim, Utbe b. Rabîa'yı, Şeybe b. Rabîa'yı, Velid b. Ukbe'yi, Umeyye b. Halef'i ve Ukbe b. Ebu Muayt'ı sana havale ediyorum.” dedi. Yedinci bir kişi daha saydı ama onu hatırlamıyorum. Muhammed'i hak ile gönderen Allah (c.c.)'a yemin ederim ki Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, isimlerini saydığı kimselerin Bedir Savaşında hep yerlere serildiğini gördüm. Sonra bu cesetler çukura, Bedir çukuruna sürüklendiler.’[3]
Peygamberimizin lanet ettiği kimseler:
“(Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına lanet olsun!) [Hakim](Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına lanet olsun!) [Buhari](Rüşvet alıp verenlere Allah lanet etsin!) [İbni.Mace](Eshabıma sövenlere Allah lanet etsin!) [Hakim] (Zekat vermeyenlere Allah lanet etsin!) [Nesai](Ana-babasına lanet edene Allah lanet etsin!) [Müslim](Lutilere Allah lanet etsin!) [Beyheki](Zalim âmirlere, fasıklara, sünnetimi yıkan bid'atçilere Allah lanet etsin!.) [Deylemi](Altın ve gümüşün kuluna paraya tapana lanet olsun!) [Tirmizi](Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana lanet olsun!) [Ebu Avane](Hanımını anasından üstün tutana lanet olsun!) [Şir’a](Sadaka vermeye engel olana lanet olsun.) [İsfehani](Allah’tan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere lanet olsun!) [Şir’a](Bid'atler çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana lanet olsun!) [Deylemi](Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene lanet olsun.) [Buhari](Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana lanet olsun.) [İ.Mace](Kızını fasıkla evlendirene lanet olsun.) [Şir’a](Ölü için ağlayana lanet olsun.) [Ebu Davud][4]
(Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar.) [İbni Mace](Ana-babanın çocuğuna ve mazlumun zalime olan bedduaları, red olmaz.) [Tirmizi](Kendinize, malınıza ve çoluk çocuğunuza beddua etmeyin! Duaların kabul olduğu bir saate rastlar da bedduanız kabul olur.) [Müslim]
Risale-i Nurlarda:
Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Utbe ibni Ebî Leheb hakkında ferman etmiş ki: -1- diye, Utbe'nin âkıbet-i feciasını haber vermiş. Sonra Yemen tarafına giderken bir arslan gelip onu yemiş, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın hem bedduasını, hem haberini tasdik etmiş. 1- "Allah'ın bir iti onu yiyecek." el-Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:664

Dördüncü Misal: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bedduasına mazhar olmuş birkaç vakıayı beyan ederiz.
Birincisi: Perviz denilen Fars Padişahı, nâme-i Nebeviyeyi yırtmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma haber geldi. Şöyle beddua etti:

"Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et." -1-

İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisrâ Perviz'in oğlu Şirviye, hançerle onu paraladı. Sa'd ibni Ebî Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sâsâniye devletinin hiçbir yerde şevketi kalmadı. Fakat Kayser ve sair melikler, nâme-i Nebeviyeye hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.
İkincisi: Tevatüre yakın meşhurdur ve âyât-ı Kur'âniye işaret ediyor ki: Bidâyet-i İslâmda, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mescidü'l-Haramda namaz kılarken, rüesa-yı Kureyş toplandılar, ona karşı gayet bed bir muamele ettiler. O da, o vakit onlara beddua etti. İbni Mes'ud der ki: "Kasem ederim, o bed muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanları, gazve-i Bedir'de birer birer leşlerini gördüm." -2-
Üçüncüsü: Mudariyye denilen Arabın büyük bir kabilesi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tekzip ettikleri için, onlara kaht ile beddua etti. Yağmur kesildi, kaht ve galâ baş gösterdi. Sonra Mudariyye kavminden olan kabile-i Kureyş, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma iltimas ettiler. Dua etti, yağmur geldi, kahtlık kalktı. -3-
Bu vakıa tevatür derecesinde meşhurdur.
Beşinci Misal: Hususî adamlara bedduasının dehşetli kabulüdür. Bunun çok misalleri var. Kati üç misali, numune olarak beyan ederiz.
Birincisi: Utbe bin Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti:


Yani, "Yâ Rab! Ona bir itini musallat et." Sonra, Utbe sefere giderken, bir arslan gelip, kafile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış. -4-
Şu vakıa meşhurdur; eimme-i hadis nakil ve tashih etmişler.
1- Buharî, İlim: 7; Cihad: 101; Mağâzî: 82; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; es-Sâ'âtî, el-Fethü'r-Rabbânî, 22:159.
2- Buharî, Salât: 109; Menâkıbü'l-Ensâr: 45; Müslim, Cihad: 107, no. 1794; Müsned, 1:417.
3- Buharî, Tefsir: 30:.., 28:3, 44:3, 4; Daavât: 58, İstiska: 13; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve: 2:324.
4- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:664.


İkincisi: Muhallim ibni Cessâme'dir ki, Âmir ibni Azbat'ı gadr ile katletmişti. Halbuki, Âmir'i, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onu cihad ve harp için kumandan edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu gadrin haberi Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma yetiştiği vakit hiddet etmiş,

-1-

diye beddua buyurmuş. Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş. -2-

Üçüncüsü: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm görüyordu, bir adam sol eliyle yemek yer. Ferman etmiş:


"Sağ elinle ye" demiş. O adam demiş:


"Sağ elimle yapamıyorum." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demiş:


diye beddua etmiş: "Kaldıramayacaksın." İşte ondan sonra o adam sağ elini hiç kaldıramamış. -3-
1- "Allahım, Muhallim'i affetme."
2- İbni Mâce, Fiten: 1, no. 3930; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:665; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:142; İbni Hişâm, Sîretü'n-Nebî, 4:247; İbni Kesîr, el-Bidâye Ve'n-Nihâye, 4:224-226.
3- Müslim, Eşribe: 107, no. 2021; İbni Hibban, Sahih, 8:152; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328-329; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:666. Mektubat-19.Mektub.147-8.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namaz kılarken, hırçın bir çocuk namazını kat edip geçtiğinden, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm -7- demiş. Ondan sonra çocuk daha yürümemiş, öyle kalmış, hırçınlığının cezasını bulmuş. -8-
7- "Allahım, onun yerden izini kes."
8- Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3:137; Ali el-Kari, Şerhu'ş-Şifâ, 1:663.

MEHMET ÖZÇELİK
27-04-2008
[1] Enbiya.107.
[2] Kur’an-da geçen lanetler için bak. [002.088], [002.089], [002.159], [002.161], [003.061], [003.087], [004.046], [004.047], [004.052], [004.093], [004.118], [004.155], [005.013], [005.060], [005.064], [005.078], [007.038], [007.044], [009.068], [011.018], [011.060], [011.099], [013.025], [015.035], [017.060], [024.007], [024.023], [028.042], [029.025], [033.057], [033.061], [033.064], [033.068], [038.078], [040.052], [047.023], [048.006]
[3] Sahih-i Müslim, Cihat.Bak.web
[4] Bak.web

kıssa(beşer zulüm,kader adalet eder)

Evet, kimse yaptığının yanına kalacağını sanmasın. Çünkü adili mutlak olan Allah, imhal eder, yani mühlet verir; ama asla ihmal etmez. Bir de bakarsınız ki zalim, zulmünün karşılığını beklenmedik bir anda olanca şiddetiyle görmüştür. Ancak insanlar bu cezanın yaptığı zulmün, haksızlığın karşılığı olduğunu bazen anlayamazlar da zalimin, haksızın yaptığı yanına kaldı sanırlar. İşte size irşat eserlerinde haksızlık ve zulüm karşılığı olaylardan bir misal… Bir gün Musa Aleyhisselam: - Ya Rabbi! der, bazı insanlar zalimin yaptığı yanına kalıyor sanıyorlar. Halbuki senin adaletin eninde sonunda gerçekleşmekte, zalim zulmünün karşılığını mutlaka bir sebeple görmektedir. Bana gerçekleşen bu adaletinin bir örneğini göster ki, onu insanlara anlatayım da kimse zulüm ve haksızlık yapma cesareti bulamasın kendinde. Eninde sonunda zulmünün karşılığını göreceğini anlasın herkes. Rabb’imiz: - Ya Musa der, sahrada dört yolun kesiştiği yerdeki çalılıkta saklanarak çeşme başında cereyan edecek olayları seyret de gör bakalım zalim, haksız nasıl eninde sonunda zulmünün, haksızlığının karşılığını görmektedir… Musa Aleyhisselam, tarif edilen yerdeki ağaçların arasına gizlenerek karşıdaki çeşme başında yolcuların yaşayacağı olaylara bakmaya başlar. İlk olarak bir atlı gelir çeşmenin başına. Atından iner, üzerindeki heybesini alıp ağacın gölgesinde oturup yemeğini yer, suyunu içer, içinde altınları bulunan heybesini orada unutarak atına binip uzaklaşır. Arkasından gelen ikinci yolcu, çeşmeden suyunu içer, etrafa bakarken ağacın dibinde bir heybe görür. Kaptığı gibi heybeyi gözden kaybolur. Onun arkasından iki gözü de görmeyen üçüncü yolcu gelir, o da eğilerek çeşmeden suyunu içer, bir kenara çekilerek şöyle birazcık dinlenmek isterken heybenin sahibi ilk yolcu atıyla çıkagelir, öfkeyle heybesini aramaya başlar. Yaşlı bir adamdan başka da kimseyi görmeyince: - Burada unuttuğum heybemi sen alıp sakladın, ya paramı verirsin yahut da canını!.. der. İhtiyar: - Ben iki gözü de görmeyen bir adamım. Senin heybenin nerede olduğunu ne bileyim!.. diyerek sert karşılık verince, öfkesi başına sıçrayan atlı, ‘Bu yaşta beni mi kandıracaksın?’ diyerek bir vuruşta ihtiyarı yere serer, ölümüne sebep olur. Hemen atına atlayıp oradan uzaklaşır. Bunları bulunduğu yerden seyreden Musa Aleyhisselam: - Ya Rabbi, der, bu atlının içi para dolu heybesini arkasından gelen genç bir yolcu alıp gitti, cezayı ise ondan sonra gelen yaşlı adam çekti. Adalet neresinde bunun?.. Rabb’imiz şöyle hitap eder: - Ya Musa! İnsanlar böyledirler işte. Hep hadiselerin dışına bakarlar, içindeki kaderin adaletini çoğu zaman göremezler. Burada herkes geçmişte yaptığının karşılığını gördü, diyerek işin geçmişini şöyle açıklar: - Para dolu heybesini çeşmenin başında unutan atlı, vaktiyle yanında çalıştırdığı fakir bir adamın hakkını vermedi, yoksul adamın hakkı kaldı üzerinde… İşte heybeyi alıp giden genç yolcu, o yoksul adamın çocuğudur. Aldığı para babasının hakkı olan paraydı. Onu alıp gitti. Böylece kaderin adaleti yerini bulmuş, çocuk babasının verilmeyen hakkını alıp gitmiş oldu. Ölen ihtiyara gelince: - O da astığı astık, kestiği kestik denecek derecede zalimin biriydi… Nice kavgalara, zulümlere karışmış, yaptığı hep yanına kalmıştı. Son olarak da atlının babasını öldürmüş, yaptığı yanına kaldı sanmıştı. Nihayet atlı da geldi, parasını aldı zannıyla babasını öldüren adamı bir vuruşta öldürdü, tıpkı onun da babasını bir vuruşta öldürdüğü gibi. Bundan sonra Rabb’imiz Hazreti Musa’ya şöyle hatırlatmada bulunur: - Ya Musa! Söyle kullarıma, hikmetini bilemedikleri olaylara itiraz yollu bakmasınlar. Bilsinler ki, bir yapana bir başka yapan çıkacak, kimsenin yaptığı zulüm, haksızlık yanına kalmayacak, kaderin adaleti eninde sonunda yerini bulacaktır. Atlı adamın çalıştırdığı işçisinin hakkını sonunda heybe dolusu parayla ödediği gibi, babasını bir vuruşta öldüren adamı da kendisi bir vuruşta aynı şekilde öldürdüğü gibi… Onun için büyüklerimiz demişler ki:
“Hak Teala bir kulun hakkını bir başka kul ile alır; bilmeyen gafil onu kul kendi yaptı sanır!”

şifa ayetleri

Yaygın olarak bilinen şifâ âyetleri şunlardır:
1-“Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.” (Allah mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)1
2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.” (Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)2
3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)3
4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.”4
5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.” (Hastalandığımda bana şifâ veren Allah’tır.”5
6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” (De ki: Kur’ân, inananlar için hidâyet ve şifâdır.)6
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:
1-“Allahümme rabbi’n-nâsi ezhibi’l-be’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. Allahümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.”
(Allah’ım! Ey insanların Rabbi! Şifâ ver! Şifâ veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! Allah’ım! Şu kuluna şifâ ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)7
2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. Allahümme yeşfîke bismillâhi erkîke.”
(Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim. Allah sana şifâ versin. Allah’ın adıyla sana şifâ dilerim.)8
DUÂ
Allah’ım! Bizi şerlerden uzak eyle! Bizi kötü ve habis işlerden uzak eyle! Bizi isyandan ve tuğyandan uzak eyle! Bizi kibirli ve haddini bilmez eyleme! Bizi şeytanlara ve şeytanların şer işlerine karşı koru! Îmânımızı güçlü eyle! Amelimizi sâlih eyle! Bizi doğrulardan yaz! Bizi yalancılardan yazma! Bizi iyilerden yaz! Bizi kötülerden yazma!
Bizi mutîlerden yaz! Bizi âsîlerden yazma! Bizi ehl-i Cennet eyle! Bizi ehl-i nar eyleme! Bizi lütfuna nâil olanlardan eyle! Bizi gazabına uğramışlardan eyleme! Bizi mü’minlerden yaz! Bizi kâfirlerden yazma!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi: 14-15 2- Yûnus Sûresi: 57 3- Nahl Sûresi: 69 4- İsrâ Suresi: 82 5- Şuarâ Sûresi: 80 6- Fussilet Sûresi: 44 7- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107 8- Tirmizî, Cenâiz, 972

ALLAH(cc) neleri sever-neleri sevmez

Kur'an-ı kerimde mealen (Allah, onları [Eshab-ı kiramı, salihleri] sever, onlar da Allah’ı sever) buyuruluyor. (Maide 54)

Allahü teâlâ şunları sever:

(Sabredenleri sever.) [A.İmran 146]
(Tevekkül edenleri sever.) [A.İmran 159]
(İyilik edenleri sever.) [Bekara 195]
(Adalet edenleri sever.) [Maide 42]
(Tevbe edenleri sever.) [Bekara 222]

Allahü teâlâ şunları sevmez:

(Aşırı gidenleri sevmez.) [Bekara 190]
(Fesadı sevmez.) [Bekara 205]
(Zâlimleri sevmez.) [A. İmran 57]
(Kibredenleri sevmez.) [Nahl 23]
(Hainleri sevmez.) [Enfal 58]

Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, (De ki, eğer, Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı affetsin!) buyuruyor. (A.İmran 31)

Peygamber efendimiz de, (Allah ve Resulü bir kimseye, herkesten daha sevgili olmadıkça, iman etmiş olmaz) buyuruyor. (Buhari)

Selman-ı Farisi hazretlerinin bildirdiği hadis-i kudside buyuruluyor ki:
(Ey Resulüm, İbrahimi halil [dost] edindiysem de, seni de habib [sevgili] edindim. Senden daha sevgili hiçbir şey yaratmadım. Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.) [Mevahib-i Ledünniyye]

külliyat ne der fetullah ne zırvalar(kelime i tevhid)

GARİB BİR İDDİA
"Herkes kelime-i tevhid-i esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani 'Muhammed Allah'ın Resulüdür' kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır"
Yani, küreselleşmek için, Resulullaha inanmayı ifade eden “Muhammedü’r resulullah” hükm-ü imaniyesini söylemenin gerekmediği iddia ediliyor.
Biz, mecburiyet olmadan kişilerle meşgul olmayız. Ancak bazıların aldanma ihtimali olursa, sadece iddiayı ele alıp cevab veriyoruz. Sözü kıyamete kadar geçerli olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu tarz anlayışa hafifden benzer ve iyi niyetle sorulan suale verdiği cevabı, efkâr-ı ammeye arzediyoruz. Çünkü böyle acib iddialara karşı susmanın dahi mesuliyeti bulunduğu için ve Hz. Bediüzzamanın irşad ve ikazları da her zaman ve mekâna baktığından bilmecburiye o cevabı yazıyoruz. Şöyle ki:
“Sâniyen: Mektubunuzda "Mücerred Lâ ilahe illallah kâfi midir? Yani Muhammedürresulullah demezse ehl-i necat olabilir mi?" diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:
Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya'dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa'dî-i Şirazî gibi derler:
مُحَالَسْتْ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ ❊ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْ دَرْ پَىِ مُصْطَفَى*
Hem
كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ**
demişler.
Fakat bazan oluyor ki: Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dâhilindedir.
Hem bazan oluyor ki: Peygamber'i bilmiyorlar, fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.
Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız Lâ ilahe illallah onlara kâfi geliyor. Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: "Adem-i kabul" başkadır, "kabul-ü adem" başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar; Peygamber'i bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlahiyeye karşı, yalnız Lâ ilahe illallah biliyorlar.Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fakat Peygamber'i işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk'ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece medar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu'cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev'-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah'ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.” (Mektubat:335)
* “Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin." (Mektubat:452)
** “Hak ve hakikata ve kurtuluşa giden) bütün yollar kapalıdır. Ancak cadde-i Kübra-i Muhammediye açıktır.” (Naşirler)
Bu kısımda, Resulullahın A.S.M. tasdikı, iman şartı olup ancak Resulullahı bilmeyen meczub ve münzeviler hakkında bir özür olabileceği bildirildi.
O halde Muhammedürresulullah denilmezse, beşeriyeti cehenneme dökmek yolunu açmak demek olduğunda, ehl-i Sünnet mezhebinin icmaı var demektir ve bu hükümde hiç kimse hiçbir tasarruf yapamaz.
Böyle i’tikadiyatın zaruri hükümlerinde söz sahibi olan Ehl-i Sünnet imamlarının icmaını aşmak, kat’iyetle caiz değildir. Bediüzzaman Hazretleri diyor:
“Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve "Muhkemat" denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;
يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ
kaidesine dâhil oluyor.” (Mektubat:435)
Keza, “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:
كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ
Yani
اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ
sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalalettir, ateştir.
Sünnet-i Seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra'da tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.” (Lem’alar:53)
Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:
“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem'de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû'-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni' bir gadirdir.” (Kastamonu Lahikası:75)
Bu kısımda da ayrım yapmadan ve iddiada denildiği gibi herkese merhamet gözüyle bakmak, “Kur'anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.” Şeklindeki tavsif dikkat çekicidir.
İşte kısmen tesbit edilen bu beyan ve ifadelerde, böyle dinî ve imanî esaslara ve ehl-i sünnet imamlarının ittifakla tesbit ettikleri zaruriyat-ı diniyeye yapılan muhalefetin felaketi anlatıldı.
Kur’an (48/28,29.)âyetlerinde şöyle buyruluyor:
هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahid olarak Allah yeter.
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ
Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler......”
Mezkür âyeti Elmalı Tefsirinde şöyle izah eder:
“O (Allah) indirdiği âyetler ve fiilen ortaya koyduğu mucizeler ile şehadet eder ki Muhammed Allah'ın resulüdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da O'dur. Allah'ın bu şehadetine karşı Muhammed Allah'ın Resulüdür demek istemeyen kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Onunla beraber olanlar da (yani sahabeleri de) kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler, onların küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar. Onun için barış görüşmeleri sırasında kâfirlerin sözlerine karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat kendi aralarında merhametlidirler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederler.
İleri sürülen iddia ise, burada anlatılan sahabe ahlâkının tam tersidir.
Hz. Bediüzzaman, Peygamberimizi unutanların halini şöyle tavsif eder:
“Meselâ: Nasılki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.
İşte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler, karanlığa düşer ve kalbinde müdhiş bir tahribat ve vahşet oluyor.” Sözler:363
Biz müslümanları sinsi yollarla dinden uzaklaştırmak isteyen çok kere gizli şer cereyanıdır. Zahiren parlak laflar ederek insanları ve bilhassa hakiki müslümanları aldatmak isterler.
İslâm Prensipleri Ansiklopedisinde şu tesbit var:
Masonluk cereyanı mensubları, masonluğu tarif ederlerken: “Din ve ırk farkı gözetmeden insanlar arasında sevgiyi geliştirmek gayesini güden” şeklinde ifade ederler. Bir cihette Hümanizm’in de mahiyetini teşkil eden bu ifade, zahiren parlak görünürken, hakikatta dine ve Kur’ana şiddet derecesiyle muhaliftir. Çünki ırk farkı olmamalıdır, fakat din farkı gözetmeden kâfir ve mü’minleri birbirini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık ve kâfirleri sevmeye davet etmek, müslümanı sinsice dalalete atmak ve dalaletle hidayeti, imanla küfrü müsavi görmek ve göstermek demektir. Halbuki Kur’anın müteaddid âyetlerinde mü’minler kâfire muhabbetten şiddetle menedilmişlerdir. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur:
يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوّٖى وَعَدُوَّكُمْ اَوْلِيَاءَ
(60:l) “Ey o bütün iman edenler! Adüvvümü ve adüvvünüzü dostlar yerine tutmayın.” Allah düşmanı, Allah’a adavet eden, Allah dinini, Allah hukukunu tanımayan Allah ve Resulü ile yarışa kalkışan ve Sure-i Mücadele’de (58:5)
اِنَّ الَّذِينَ يَحَادُّونَ اللهَ وَرَسُولَهُ
ve emsali âyetlerde halleri beyan olunan kâfirler, müşrikler, zâlimlerdir..” (Elmalı Tefsiri. 4890-4895)
“Bir hadis-i şerifte:
اَلْمَرْءُ دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ اَحَدُكُمْ يَخَالَل
Kişi, halilinin yani sır dostunun dini üzeredir. Onun için her biriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor buyuruluyor.” (Elmalı Tefsiri: 4459)
* Ebu Davud edeb/l6; Tirmizi zühd/45 İbn-i Hanbel 2/303,334; Tac 5/59
Mezkûr misalleri hayli çoğaltmak mümkündür. Demek masonların din farkı gözetmeden bütün insanları sevmek iddiası; Kur’ana, dine tamamen aykırı bir iddia ve sinsice bir idlaldir.
Bilhassa son zamanlarda en üstün insaniyet olduğu iddiasıyla yapılan ve yaptırılan telkinler ki: Bütün insanlara bakışta “evrensellik” ve “küresellik” diyerek ortaya atılan ve müslümanı sinsice aldatmak isteyenlerin, insanları bu anlayışta ortak kılıp “tek insan sınıfı”, yani bir nevi hayvan sınıfı meydana getirmek gibi saptırıcı cerbezelerle efkar-ı ammenin ifsad edilmesi isteniyor.
Halbuki Allah Kur’anda mü’min ve kafirlere eşitlik nazarıyla bakmaz ve baktırmaz. Çünkü Allah’ın hakimiyetine inanmayan kafirler ve müşrikler, kendilerini yaratıp yaşatanı ve O’nun esas gayesini inkâr etmeleri sebebiyle ebedi ceza ve nefrete layık olmuşlardır.
Bu hakikatı en veciz tarzda anlatan Hz. Bediüzzaman şöyle diyor:
“Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.
İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.” (Lem’alar:171)Evet mezkür fâsid iddialar, Allah’ın sonsuz hikmet ve iradesiyle vahyen gönderdiği ahkâm-ı Kur’aniyesine ve kâinatta koyduğu şeriat-ı fıtriye-i kübrasına karşı bir isyandır ve beşerî anlayışı ve temayülat-ı nefsiyeyi, Allah’ın sonsuz ilmine karşı çıkarmak çılgınlığıdır.

fetullah gülen özeti

1- Fetullah Gülen'e, Papayla görüşmek ve işbirliğine girişmek üzere; Türkiye ve dünya Müslümanları böyle bir yetki verdi mi? Yoksa malum ve melun merkezler mi o'na böyle bir kılıf geçirdi?
2- Bu tavrı ve telaffuzlarıyla, İslam'ın tebliğcisi ve temsilcisi mi, yoksa Vatikan'ıda kontrolüne alan siyonizmin hizmetçisi mi?
3- Hz. Peygamber Efendimizin devrinin önemli devlet liderlerine gönderdikleri ve "Ya, bozuk ve batıl inançlarınızı bırakıp İslamiyet'e ve benim risaletime iman edersiniz. Ya da tüm tebaanızın da günahını yüklenerek cehenneme girersiniz." İçerikli mektuplarıyla, Fetullah Gülen'in Papaya yazdığı mektubunda söyledikleri aynı şeyler midir? Hâlbuki Efendimizin ki, izzet ve davet, bunu ki ise, zillet ve teslimiyettir.
4- F. Gülen, haddini aşarak, bugüne kadar İslamiyet'in hep yanlış anlaşıldığını ve bunun Müslümanların suçu olduğunu söylüyor ve doğrusunun kendisi tarafından ortaya koyulacağını ima ediyor!.. Peki, bugüne kadar sahip çıktığını iddia ettiği Bediüzzaman ve Onun izlerini takip ettiği tüm ehlisünnet uleması; İslam'ın neresini yanlış anlamışlardı ve hangi yanlışları Müslümanlara öğütlemişlerdi?
5- Papayı Türkiye'ye davet ve kutsal yerleri ziyaret teklifini, Süleyman Demirel adına tekrarlama yetkisini ve cesaretini kendisine kim vermişti? Yoksa mason Demirel'le, özel bir ilişki içindemiydi? Hani bu Hoca ve ekibi siyasetten uzak kimselerdi?
6- Urfa'da 3 dinin ortak eğitimini verecek ilahiyat okulunu açma kararı, İsrail'le birlikte mi verilmişti? Çünkü AKP'li belediye Başkanı döneminde bu proje, İsrail yardımıyla Urfa'da gerçekleştirilmişti.
7- Fetullah Gülen, acaba insanlığı en azından kendi taraftarlarını; İslam'i değerlere göre yeniden düzeltmek ve yeryüzünde adil bir düzen yerleştirmek isteyen ender ve önder bir şahsiyet miydi? Yoksa Papalık Konseyinin basit bir parçası, Papa hazretlerinin ve GAP'ta yatırım yapan İsrail'in bir hizmetçisi miydi?

nur külliyatında veleddallin kelimesi

وَلاَ الضَّالِّينَ KELİMESİNİN İZAHIRisâle-i Nûr Külliyâtında bulunan ve aslı Arapça olan eserlerin Türkçeye tercümelerinde ba’zı hatâlar bulunmaktadır. Bu hatâlar, ba’zân ciddî yanlış anlamalara ve ma’nâ kaymalarına sebeb olmaktadır. Onun için, bu eserlerin îzâhları yapılırken Arabî asıllarına bakmak zarûreti doğmaktadır. Meselâ; bu nev’den ehemmiyyetli bir yanlış “İşârâtü’l-İ’câz” tercümesinde vardır. Fâtihâ Sûresi’ndeki وَلاَ الضَّالِّينَ kelimesinin îzâhında şöyle denilmektedir:“Üçüncü fırka ise, vehim ve hevâ-yı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir i’tikáda tâbi’ olarak nifâka düşen bir kısım Nasârâdır.”Halbuki eserin Arapça aslında “bir kısım” kaydı yoktur. Şöyle ki:أما ولا الضالين فالمراد منه الذين ضلوا عن الطريق بسبب غلبة الوهم والهواء على العقل والوجدان ووقعوا فى النفاق بالإعتقاد الباطل كسفسطة النصارى “Ammâ dâllîn gürûhuna gelince, ondan murâd şudur ki: Vehim ve hevâ-yi nefsin akıl ve vicdan üzerine galebe etmesi sebebiyle tarîk-i hakdan, yâni sırât-ı müstakímden sapan ve bâtıl bir i’tikád ile nifâka düşen kimselerdir. Hıristiyanların safsatası gibi.”Dikkatsizce konulan “bir kısım Nasârâ” kaydı, ciddî ma’nâ kaymasına sebeb olmakta ve sanki vehim ve hevâ-yi nefsin akıl ve vicdan üzerine galebe etmesi sebebiyle tarîk-i hakdan, yâni sırât-ı müstakímden sapan ve bâtıl bir i’tikád ile nifâka düşenler umûm Hıristiyanlar değil de; sâdece bir kısım Hıristiyanlardır gibi bâtıl bir ma’nâ anlaşılmaktadır. Halbuki, asıl Arabî metinde “bir kısım” kaydı yoktur. Başta Rasûl-i Ekrem (asm) ve Sahabe-i Kirâm olmak üzere bütün müfessirîn-i izâm وَلاَ الضَّالِّينَ kelimesini Hıristiyanlar diye tefsîr etmişlerdir. Bedîüzzamân (ra) Hazretleri de âyetin bu kısmını aynı şekilde tefsîr etmiştir.Evet, başta İbn-i Abbâs olmak üzere ekser müfessirler, Ahmed ibn-i Hanbel, İbni Hibban ve Tirmizî’nin Adiyy ibn-i Hatim’den rivâyet ederek Peygamberimiz’den vârid olan bir hadîsine dayanarak Fâtihâ-i Şerîfe’de geçen الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ den murâd, Yahûdîler; الضَّالّينَ den murâd ise, Hıristiyanlar olduğunu beyân ediyorlar.
Kaynak:Rahle Yayınları; Reddu’l-evham-2

fetullah gülen ve vahhabilik!

FETHULLAH GÜLEN «SEN DE Mİ BRÜTÜS?»
Hemen her hocanın her müftünün mezhebsiz olabileceği akıldan geçebilirdi de, sizin gibi Risale-i Nur okumuş bir kimsenin Vehhâbileri övmesi aklımızın kenarından geçmezdi. Risale-i Nur okuyup inanan ve onunla amel eden kimsenin mezhebsiz veya Vehhâbi meşrebli olmasma imkan var mıdır? Risale-i Nur'da Vehhâbilik aleyhine ve ictihad edecek müctehid taslakları aleyhine yazılar vardır. Nurcu denilen kimselerin Vehhâbileri övmesi mezhebleri inkar etmesi veya muctehidlik taslaması düşünülebilir mi? Risale-i Nurları istismar edenler hariç, hiç kimsenin yukarıda zikredilen vasıflarda olabileceğini tahmin etmek mümkün müdür?
Almanya'da çalışan bir okuyucumuz sizin bir bantınızı göndermiş. Kulaklarımıza inanamadık. Bu ses Fethullah Hoca'nın olabilir mi diye düşündük. Sesin size ait oldugunu zannettik. Okuyucumuz da sizin sesiniz diye bize gönderdi. Biz bantta olanları yazalım, eğer size ait değilse bize bildirin memnuniyetle neşredelim. Gönlümüz sizin gibi bir kimsenin Vehhâbileri sevmesini asla istemiyor.
Bantta Vehhâbi Kral Faysal'ı bir Ehl-i sünnet âlimi gibi övüyorsunuz. Kral Faysal gibi meşhur bir Vehhâbiyi övmeniz üzerine vaaz veya konuşmanızı dinleyen bir kardeşimiz size şöyle nazik bir sual tevcih ediyor:
«Kral Faysal'ın çok iyi bir İslâm Halifesi olduğunu söylediniz. Faysal'ın Vehhâbi olduğu söyleniyor, buna ne dersiniz?
Zatınızın verdiği cevab hulâsa olarak şöyle :
«Bizim bir kısım mutaassıp hocalarımız olmasa Suudî Arabistanda bir tane Vehhâbi olmayacak. Üniversiteyi idare eden üç-beş hocadan başka ve belki üç-beş tane halktan başka Vehhâbi yok. Fakat bizde Vehhâbiliğin aleyhinde uluorta yazı yazmalar var ya... Bunlar orada Vehhâbilerin mevcudiyetini muhafaza ettiriyor. BU HAKSIZ VE YERİNDE OLMAYAN HÜCUMLAR, onları mudafaa etme maksadı ile bir kısım hakperestleri harekete getiriyor ve yaşama hakkına sahip oluyorlar.
Büyük bir zat diyor ki: «İslâmın dışından olsaydı düşündürürdü. İçten olduğu için İslâmın arz-ı kebiri içinde Vehhâbilik erir. Harici değildir, kökü dışarda değildir, içtendir.»
Merhum Faysal'ın Vehhâbiliğine gelince, Faysal'da zerre kadar Vehhâbilik yoktur. »
Bu sözler size ait midir? Değilse derhal bildirin size ait olmadığını neşredelim ki okuyucumuz hakkınızda suizan etmiş olmasın. Eğer bu sözler size aitse ve bu fikirlerden dolayi tövbe etmediyseniz yine bize bildirin de okuyucularımız sizi tanısın.
İlk cümlenizde ne diyorsunuz? Eğer bizde bir kısım mutaassıb hocalar olmasaymış, Suudi Arabistanda bir tane Vehhâbi olmayacakmış.
Bu cümlede birbirinden büyük birkaç hatâ vardır. En mühimi itikadî olanıdır. Gaipten haber vermek küfürdür. Mesela bir kimse dese ki «Turkiye'de Vehhâbi meşrebli hocalar olmasa, bir tane komunist olmayacak.» Komünistin mevcudiyeti Vehhâbi hocaların olup olmamasına bağlı değildir. Belki bunlar komünistliği körükliyebilirler veya tersine mevcudiyetlerini azaltabilirler. Türkiye'de mutaassıb hoca olmasa, demek Medine'de bir tane Vehhâbi olmayacak. Demek suç bizim mutaassıb hocalarda. Yani bu mutaassıb hocalar ölse veya mezhepsizler bu hocaları öldürse, anlaşılan Suudî Arabistan'da tek Vehhâbi kalmayacak. Bu mantığınıza, bu kıyasınıza. kargalar değil, komünistler bile güler. Mutaassıb hocaların tesiri nedir? Belki mutaasıb hocalar, Vehhâbilik akımını körükliyebilirler veya tesirini azaltabilirler. Biz belki diyoruz, sizin gibi kat'i olarak konuşmuyoruz. Kimler olmasa komünistler olmayacak? Kimler olmasa kapitalistler olmayacak?
Mutaassıb hocalardan maksadınız nedir? Taassub, salâbet yerine kullanılan bir tabirdir. Mukaddesatı korumak hususunda fazfa sebat ve taraftarlık göstermek demektir. Ama bugün bu kelime mukaddesata değil de hurafelere sıkı sıkıya bağlanma mânâsına gelmektedir. Siz mutaassıp kelimesini birinci mânâda söylemiş iseniz böyle mübarek kimselere dil uzatmanız affedilir mi? Yok kelimenin ikinci mânâsını kullanmışsanız, yani sapık kimselerin Türkiye'de bulunması, Suudî Arabistan'da Vehhâbiliğin yayılmasına sebep oluyor, demek istiyorsunuz. Öyle mi?
Türkiye'deki bir kısım mutaassıb hocalar ne yapıyor da Suudî Arabistan da Vehhâbileri çoğaltıyorlar? Bilelim de bu işe mani olmaya çalışalım.
Suudî Arabistan'da Vehhâbilerin çok az olduğunu, üçbeş tane olduğunu söylüyorsunuz. Haydi biz bu rakamın onkatını alalım ve diyelim ki Suudun memleketinde 50 tane Vehhâbi var. Bunlar da üniversite hocası falan... Diğer halk Ehl-i sünnet demek?.. Peki bu kadar Ehl-i sünnet ne diye bir avuç Vehhâbiyi üniversitesine hoca olarak tayin ediyor? Bu işin kaynağı yoksa bu bir avuç Vehhâbiyi kim yetiştirmiş, nerede yetişmiş?
Teypteki ifadeye göre Fethullah Hoca Medine'de birisine Vehhâbi olup olmadığını sormuş da az kalsın ağzının üstüne vuracakmış. Komünist faaliyetlerin en güçlü olduğu şu günlerde hangi insanın ben komünistim dediği duyulmuştur? Kamufle şekli olan sosyalistim diyor. Bugün yerli ve yabanci Vehhâbiler bir tane itikad mezhebi varken, ikiye ayırıyorlar, bir de Selefiyye diye bir şey çıkarıyorlar. Bu selefiyye Vehhâbiliğin kamufle adıdır. Nasıl sosyalizm, komünizmin kamufle adı ise...
Bir insanın komünist veya Vehhâbi olduğu alnında yazmaz. İtikad ve ameline bakılır. Bir kimse dine inanmıyor, afyon diyor ve sosyalizmi savunuyorsa o komunisttir. Bir kimse de dört hak mezhebin ictihadları ile amel etmek lazındır. Her mukallidin mutlaka bir hak mezhebe baglanması zaruridir demiyorsa, delil olarak mezhep hükümlerinden bahsetmiyor da devamlı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden bahsediyorsa o kimse katıksız vehhabidir. Ancak bugün Vehhâbiliğe karşı oldugu halde Vehhâbi metoduyla vaaz eden, konusan, konferans veren kimseler az degildir, Onları ikaz ediyoruz. Mukallid için delil âyet-i kerîme vehadîs-i şerif değildir. Mezhebin müftabih kavilleridir
Fethullah Hoca da diğer vaaz hocaları gibi aynen Vehhâbi metodu ile konuşmaktadır. Eğer Fethullah Hoca Vehhâbiliğe gerçekten düşman ise, Vehhâbi metodu ile konuşmayı ve Vehhâbi Kralı Faysal'ı övmeyi bırakmalıdır.
Bizde ulu-orta vehhâbilik aleyhinde yazı yazılıyormuş. İşte bu sebepten dolayı Suudistan'daki Vehhâbilerin mevcudiyeti muhafaza edilmiş... Yani Vehhâbilik aleyhinde yazı yazılmasaymış? orada Vehhâbi kalmayacakmış,.yani komünizim aleyhine yazi yazmasak komünizm bertaraf olacaktır, öyle mi? Bu sözleri beşikteki çocuk bile söylemez, Fethullah Hoca'nın nasıl söyleyebildiğine hayret ettik.
Vehhâbileri ve Vehhâbiliği öven şu cümleleri tekrar okuyalım:
«Bu haksız ve yerinde olmayan hücumlar, onları müdafaa etme maksadı ile bir kısım hakperestleri harekete getiriyor ve yaşama hakkına sahip oluyorlar.»
Diyelim ki biz uluorta Vehhâbileri tenkid ediyoruz, ne diye o hakperestler bizi degil de Vehhâbileri mudafaa ediyorlar. Yoksa hakperest diye Vehhâbilere mi denmek isteniyor? Bu takdirde daha büyuk gaf yapılmıs olur. Hakperestler eger Vehhâbi degil de Ehl-i sünnet ise bu alçak adamlar ne diye Vehhâbileri mudafaa ediyorlar? Biz uluorta komunizmin aleyhine yazı yazsak Fethullah Hoca çıkıp da komunizmi mi mudafaa edecektir? Aslında Vehhâbilik komunizmden daha tehlikelidir. Vehhâbi insanın itikadını bozar, komunist ise insanı öldurür, o zaman belki de şehit olarak ölür insan. Fakat itikadı bozulan insan oldüğü zaman sapık veya kafir olur. Vehhâbiler aleyhine haksız hücumlar yapılıyormus, kim nasıl bir hücum yapmış? Komünizm aleyhine haksız hücum yapılsa komunist mi mudafaa edilir? Nedir Fethullah Hoca'nın bu kadar Vehhâbi taraftarlığı?
Bir de buyük zat diye birisinden bahsediyorsunuz, eger Vehhâbilik İslâmın dışından olsaymıs tehlikeli olabilirmis içinden oldugu için erirmis. Bunu hiç bir büyük söylemez. Bunu ancak mezhepsiz birisi söyleyebilir. Aslında içte olan hastalık daha tehlikelidir. Dıstaki bir yaranın tedavisi daha kolay olur. Mesela elde bir kanser olsa icabında kesilip atılabilir. Mide veya kalbde kanser olsa kesilip atılması neye mal olur? 72 sapık fırkayı dinîmizin içinde diye küçük görmek gaflet mi, dalalet mi, yoksa hıyanet midir? Lütfen büyük zat denilen mezhepsizin kimliğinin açıklanmasını istiyoruz. Bir insanın büyüklüğü dine olan bağlılığı ile olçülür, Vehhâbilik kendi kendine mi erir, yoksa hiç aleyhinde konusmamakla mi erir? Evet İslâm'ın havz-ı kebiri vardır. Vehhâbiliği o havuza atsak erir. Fakat bazı mezhebsizler Vehhâbileri o havuza atmak istemiyorlar, bunun için durmadan ürüyorlar. Vehhâbilik, kökü dışarıda (İngiltere'de) olan bir iç yaradır.
Vehhâbilik hakkında bir hadîs-i serif yazalım :
“Arabistanın doğusunda bazı kimseler zuhur edecek, bunların okuduğu Kur'an-ı kerîm bogazlarından aşağı geçmez. Okun yaydan çıktığı gibi bunlar dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar.” Yüzlerini kazıyıp çenelerinin uclarında biraz kıl bırakırlar.
Hiç bir Vehhâbi kendisine Vehhâbi demiyor. O halde Fethullah Hoca üç-beş Vehhâbinin bulunduğunu nasil bilmis? Nerede nasıl saymış?
Bir fıkracık: Adamın biri trenle giderken bir bahçedeki 305 koyunu bir bakışta saydığını iddia eder. Arkadası nasıl olur? diye itiraz edince yine bir ağılın önünden gegerken sayayım da gör der. Tamm agılın önünden geçerken arkadası say bakalım der. Hemen bir anda saydım 270 tane koyun vardı, der. Nasıl saydığını sorunca, bundan kolay ne var, ayaklarını saydım dörde böldüm, buldum der.
Acaba Fethullah Hoca kaç tane Vehhâbi ayağı saymış da ikiye bölmüş ki?
Bilindigi gibi Vehhâbilik hadîs-i serîfte bildirildigi gibi Arabistanın doğusundan çıkmıstır. Haşa Allahü teâlânın gökte olduğunu, Arş'ta oturduğunu söylemekle okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmışlardır. Üç-beş Vehhâbi için hadîs-i şerif söylenir mi? Demek tehlike olacak kadar çok fazla ki tehlike ikaz edilmiştir.
Fethullah Hoca, Kral Faysalda zerre kadar Vehhâbilik yoktur diyor. Hiç suratına bakmadı mı: Resmini de mi görmedi? Vehhâbi sakalını da mı inkar edecektir? Sünneti tağyir etmek ne demektir? Amerikan züppeleri gibi çenede sakal bırakmak hangi hak mezhebde vardır? Hangi İslâm Halifesi böyle züppe bir kılığa girmistir?
Fethullah Hoca bu ifadelerine göre İslâmı bilmedigi gibi Halifeliğin de ne demek olduğunu bilmemektedir. Vehhabiligin ne demek olduğunu da hiç bilmedigi anlaşılmaktadır.
Her memlekette bir Halife olmaz. Kimi Halifenin Türkiye'de olduğunu söylüyor, kimi Libya'da diyor. Kaddafi Halife diyor. Kimi de Vehhâbi Faysal'a Halife diyor. Dünyada İslâm devleti olmadığı için Halife de yoktur.
Suudî Arabistan'da ileri gelenler, geri kalanlar Vehhâbidir. Biz iddiamızı her zaman ispatlayabiliriz. Suudî Arabistan'ın neşrettiği bütün kitaplar Vehhâbi kitabıdır. Vehhâbi metoduyla yazi1mıştır. Ehl-i sünnet itikadına uygun olarak, dört hak mezhebe göre veya birisine göre yazılmış tek kitap gösterilemez. Meselâ Hac rehberleri vardır, Hanefilere göre Hac böyledlr demiyor. İslâma göre Hac şöyledir diyor. Bu kitab, İbni Teymiye ve İbni Abdulvehhabın fikirleriyle doludur. Bu sapiklari ve Vehhâbileri övmek de kasıt yoksa gaflet degil midir?
Fethullah Hoca'dan suallerimize cevap vermesini bekliyoruz. Cevap verirlerse memnuniyetle neşrederiz. Vermezlerse vehhabiliği seviyor demektir. Kişi sevdiği ile beraberdir. Cevab vermediği takdirde, bütün konuşmalarını toplayıp dinimize aykırı olan yerlerini tespit ederek mecmuada neşredebiliriz. Hatırlatmak bizden...

ağlamak ile alakalı bir muazzam hadisi şerif(sav)

Ağlamanın da çeşitleri var. Gerçekten ağlamak var, yalancıktan ağlamak var. “Yalancıktan ağlama da olur muymuş?” demeyin, olur! Seyredenler söyledi: Geçenlerde bir televizyon programında, programın sunucusu bir bayan artiste sormuş: “Siz filmlerde ağlama sahnesinde gerçekten ağlıyormuş gibi yapıyorsunuz ve gözyaşı döküyorsunuz. Bu nasıl olur? Siz istediğiniz zaman ağlayabilir misiniz?” Bu soru üzerine karşısındaki bayan hiç duraklamaksızın âniden ağlamaya başlamış, gözyaşı dökmüş. Hemen ardından kahkahayı patlatmış. “Gördünüz mü?” demiş.
Görüldüğü üzere ağlamak da bir “sanattır” bir hüner ister. Bunun eğitimini alanlar bile vardır. Ta ki muhataplarını etkilesinler diye.
Bir kimse kendi başına ağlıyorsa, oturup ağlasın. Onun kimseye zararı yoktur. Ama kitleler önünde ağlıyorsa, işte o vakit durup düşünmek lazım: “Acaba bu adam (veya bayan) niçin ağlıyor?” diye...
“Varsın ağlasın, bize ne zararı var”, demeyin. Size de herkese de zararı olabilir. Nasıl mı? Adam ağlar, sızlar peşinden bir atraksiyonla paranızı alıp götürür. Adam ağlar, sızlar, peşinden cerbezeli birkaç sözle imanınızı alıp götürür. Paranızın gitmesi neyse de, imanınız giderse işte o vakit yanmışsınız demektir.
Demek ki neymiş: Ağlamak çok mühimmiş. Sakın, “varsın ağlasın, bana ne!” diye vurdumduymazlık etmeyin.
Geçenlerde “Muhtar’ul Ehâdis”te okuduğum hadis üzerine ürperdim. Bakınız Efendimiz (asm) “yalancıktan ağlamak” üzerine ne buyuruyor.
“Bir kulun kötülük ve mâsiyeti [günahları] son haddini bulduğu zaman o kul, gözlerine hâkim olur; istediği zaman yaş dökerek ağlar.” (İbni Adiyy: Akabe İbni Amir; Muhtaru’l Ehâdis, s. 11, 80 No’lu hadis.)
Peki gerçek ağlamayla, yalancıktan ağlamayı nasıl ayırd edeceğiz? Bu hususta size bir ipucu vereyim. Bir kimse gerçekten ağlıyorsa, konuşamaz, tıkanır kalır. Şayet yalancıktan ağlıyorsa, hem ağlar, hem konuşmasına devam eder.
Bu ölçüye göre artık kim gerçekten ağlıyor, kim yalancıktan ağlıyor, rahatlıkla ayırt edebilirsiniz.
Ağlayan çocukları görmüşsünüzdür, gerçekten ağlıyorlarsa tıkanırlar, konuşamazlar. Hıçkıra hıçkıra ağlarlar, birkaç kelimeyi sürekli tekrar ederler ama gerisini getiremezler. İşte o gerçekten ağlıyor demektir. Bir de “artistlik yapan” çocuklar vardır. Sözde ağlarlar ama bülbül gibi de konuşurlar. İşte o zaman anlayın ki, onu ağlaması sahtedir. Ya annesinden, ya babasından bir taviz kopartmaya çalışmaktadır.Mekke ve Medine’de o mübarek Mescidlerin imamlarında çokça rastladım. Bilhassa azabı bildiren âyet-i kerimeleri okudukları zaman ağlamakta idiler. Öyle ki tıkanıp kalıyor, bir kelime daha okuyamıyorlardı. Bir defasında Ramazan-ı Şerifin son gününde Mescid-i Nebevi’de idik. Teheccüd namazından sonra vitir namazını kıldık. Bilenler bilir son rekattaki duâ kısmında bazan yarım saat duâ edilir. İşte o sırada dünyanın dört bir tarafında zulme uğrayan Müslümanları sayan İmam efendi, mazlumların kurtuluşu için duâ etti ve o arada hislenerek ağladı. Mübalağasız, belki üç-beş dakika konuşamadı, Mescidin içerisindeki on binlerce Mü’min de hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İşte bu ağlama “gerçek” ağlama idi.
burhan bozgeyik

intihal değil mi?1915-1984(şemsettin günaltay-fetullah gülen)

... Münevver züppeler, şimdiye kadar İstanbul sultanlarının sağmalı olan Anadolu’ya gidip gezmeyi hiç düşünmemiş; köylülerle, Anadolu ibişleriyle konuşmayı, onların ruhunu anlamayı hatırlarına bile getirmemişlerdir. Konaktaki Aşçı Mehmed, Ayvaz Hasan, İspir Ali ile konuşanlar varsa, o da sırf diliyle alay, saflığıyla istihza etmek içindir. Beyefendinin Frenk ruhunu tedkikten, Paris’in ezvák-ı durá-durunu (uzakta kalan zevklerini) özlemekten, Fransız Edebiyatı’nın ince noktalarını araştırmaktan kendi vatanını düşünmeye, Anadolu’sunu gezmeye, Anadolu’nun hastalıklarını, marazlarını deşmeye vakti yok ki! Hem bu kaba Türklerle uğraşılır mıymış?.. Şimdiye kadar aldığı terbiye, sevimli ve şık madmazellerin, muhterem ‘saint’lerin, insaniyetperver misyonerlerin öğrettiği prensipler, onda öyle bir zihniyet hásıl etmiştir ki, kendisine hitaben ‘Türk’ diyecek olursanız, bunu en büyük hakaretlerden addeder ve pür-feveran ateş kesilir
(Günaltay, sah: 157)
.... Bir kesim, kendisinin sağmal’ı saydığı Anadolu’yu hep horlamış; bir kerre olsun gidip orada dolaşmayı, kendi insanı ile görüşüp konuşmayı hiç mi hiç düşünmemiş; onların dünyalarına yükselip onlarla hemhál olmayı, ruhlarını keşfedip anlamayı asla hatırına getirmemiştir. Ara sıra bir kahveci Ali, aşçı Hasan, berber Süleyman’la görüşenler olmuş ise de bu onların diliyle alay, safvetleriyle istihza ve anlayışlarıyla eğlenmek için olmuştur. Bu kesimin insanı, frenk ruhunu tedkikten, batı yakası zevkleriyle sermest olmakdan, Fransız ve İngiliz edebiyatının inceliklerini araştırmakdan, kendi dünyasını düşünmeye, onun insanıyla içli-dışlı olmaya ve onun dertlerini dinlemeye kat’iyyen vakit bulamamıştır! Onun şimdiye kadar ruhuna içirilen terbiye anlayışı; sevimli ve şık matmazellerin, muhterem saintlerin, insanlık hayranı misyonerlerin! Onun demine-damarına işlercesine ruhuna aşıladıkları prensipler, onda öyle bir düşünce yapısı meydana getirmiştir ki, bugün kalkıp kendisine ‘mü’min!’ diye sesleniverseniz, bunu yüzüne savrulmuş en büyük hakaret sayacak ve sizi huzurundan kovacaktır
(Gülen, sah: 1)
.... Panaromanın diğer tabakasına geçiniz! Orada büsbütün başka bir manzara! Her nevi teceddüde muárız, terakkiye doğru atılacak her hatveyi tevkife sái öteki yádigárlar! Milliyetlerinden ne kadar uzaklaşmışlarsa berikiler de máziye gömülmeye o derece meftun. Evvelki, Frenk olmadığı için Türk’ü ne kadar hakir görüyorsa, beriki de ábá-i vácidádından görmediği için çatalla yemek yemeyi o kadar günah (!) addediyor
(Günaltay, sah: 158)
.Şemsettin Günaltay’ın eserinin ‘semere’ bahsi.... Madalyonun diğer yüzündeki manzara da bundan farklı değildir. ...her nev’i yeniliğe muarız, terakki ve tekámül istikametinde atılan her adıma muhalif, sinesi öbür álemin heyecanlarından mahrum, düşünceleri hakikatsız ve her türlü ilmi araştırmayı günah sayan sığ bir güruh almıştır. Öncekiler, milletlerinden, milli ruhdan uzaklaşmayı yenilik ve inkılap saymakla; sonrakiler de şekli bir maziye ve onun kuru ve ruhsuz yanlarına saplanıp kalmakla milletlerine ihanet etmişlerdir. Birinciler, frenkleşmediği için kendi milletlerini dahi hor görecek kadar yabancılaşmış; berikiler ise sırf eski devirlerde bulunmadığı için bir kısım teknik gelişmeleri, yeni icad ve keşifleri, devriyle hesaplaşabilecek güçte fikir akımlarını bid’at saymış, lánetlemişlerdir
(Gülen, sah: 2)
.... Her millet kendi ruh ve kabiliyetiyle mütenasip teşkilát ister. Milletlerin teşkilát-ı idariyye ve ictimáiyyeleri asrî ihtiyaçlarının, ruhi temayüllerinin mevlûdu değil midir? Ve öyle olmak icap etmez mi?
(Günaltay, sah: 158).... Oysa ki, her millet, kendi ruh ve kabiliyetine uygun, kendi düşünce ve inancı çizgisinde müessese ve teşkilát ister. Rica ederim; milletlerin idari ve içtimai teşkilátları, maarif ve düşünce akımları, asrın ihtiyaçlarının ve milletin ruhî temayüllerinin neticesi değil midir?
(Gülen, sah: 2)
.... Muhtelif milletlerin tarz-ı ıslahat ve tanzimatlarını teşrih eden saháif-i tarih tedkik edilirse görülür ki bir milletin hayat-ı ictimái ve siyasiyesini tanzim, terbiyesini tekeffül, rehberliğini deruhte etmiş olanlar, kavánin-i tabiiyyeye tevfik-i hareket hususuna ne kadar gayret göstermiş, milletlerinin ruhuna, asrî ihtiyaçlarına ne kadar derinden nüfuz etmişlerse mesáilerinden o derece feyyáz semereler istihsal etmişlerdir
(Günaltay, sah: 159)
....Dünden bugüne, muhtelif milletlerin ıslahat tarzları ve inkılábları araştırıldığında görülür ki; bir milletin ictimái ve siyasi durumunu tanzim, terbiye ve yükselmesini deruhte ve rehberliğini yüklenenler; hareketlerini fıtrat kanunlarına uydurma hususunda ne kadar titizlik göstermiş; milletlerin ruhuna ne kadar vákıf olabilmiş ve çağın getirdiği ihtiyaçlara ne kadar nüfuz edebilmişlerse, çalışmalarında o derece semereli olmuş ve milletlerine de o nisbette ölümsüzlük váadedebilmişlerdir (Gülen, sah: 3).
(1915-1984)

fetullah gülen de intihal ci

F:GÜLENIN KEMALISTLIGI DE ISPATLANDI O DA ALEMDAROGLU GIBI INTIHALCI

Birisi doğru söylemiyor ama kim
BUNDAN bir buçuk ay önce, Fethullah Gülen’in imzasını taşıyan ‘Buhranlar Anaforunda İnsan’ isimli kitabın bir bölümünün İsmet Paşa’nın son başbakanı Şemsettin Günaltay’ın tááá 1915’te yayınladığı ‘Zulmetten Nura’ adlı eseriyle tıpatıp aynı olduğunu yazınca bazı çevrelerden bir hayli tepki almıştım. Derken, Gülen’in yayınevi ‘Fethullah Gülen, sözkonusu iktibasların başında ‘İfadenin Günaltaycası’ demiş ...fakat orijinal nüshadan temize çekme esnasında müstensih tarafından ‘İfadenin Günaltaycası’ kısmı hataen atlanmıştır’ demiş, yani kabahati üzerine almıştı.
İntihal konusu, Milliyet Gazetesi’nde günlerden buyana yayınlanan ‘Fethullah Gülen’le 11 Gün’ başlıklı röportajda da yer aldı. Gülen, röportajın önceki gün yayınlanan kısmında intihal meselesiyle ilgili soruya cevap verirken söze önce ‘mazmunların, mantukların ve mefhumların nesir olarak tecelli etmesi’, ‘şiirdeki tevárüd’, ‘nurlardaki mazmun ve disiplin’ yahut ‘zaruret mikdarı mahzurlu şeylerin mübah olması’ gibisinden bir kavramlar yığınıyla başlıyor ama birdenbire ‘Siz, farkında olmadan onlardaki mazmunu kendi üslubunuzla sunarsınız. ...Sözlerimize, satırlarımıza girmiş mantuklar, mefhumlar olabilir’ deyiveriyordu. Yani, ‘Kafası okuduklarıyla o kadar dolu bir hále gelmiş idi ki, başkalarına ait olan ifadeleri kullanmış olabilirdi’! Gülen, bu sözlerinden sonra yayınevinin açıklamasını da tekrarlıyordu.
Şimdi, sözkonusu intihalle ilgili olarak ortada birbirinin tamamen tersi olan iki açıklama bulunuyor: Açıklamalardan biri ‘Bu iş bizim hatamızdır’ deyip kabahati üstlenen yayınevine, diğeri ise hadisenin bizzat fáiline, yani ‘Farkında olmadan yapmış olabilirim’ diyen Fethullah Gülen’e ait. Dolayısıyla taraflardan biri açıkça doğru söylemiyor ama hangisi?
Ve bu arada, sözkonusu intihal meselesini yazmamın üzerinden haftalar geçmiş olmasına rağmen hakaret ve bazan da tehdit mailleri göndermekten hálá usanmayan málum zeváta küçük bir sualim olacak: Hani nerede sizin hoşgörünüz, diyaloğunuz, vesaireniz? İş zülf-i yáre dokununca bir köşeye mi kaldırıldılar?

ikamet ile alakalı dehşetli bir hadisi şerif...

Cerir b. Abdullah der ki:Rasululullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ben, müşriklerin arasında oturan müslümanlardan uzağım.
"Sahabeler:
"Neden ey Allah'ın Rasulü?"
dediklerinde, şöyle buyurdu:
"İkisinin ateşi birbirine yakın görünmesin."
(Ebu Davud, Cihad: 95, Tirmizi Siyer: 41, Nesai Kasame: 27.)

fetullah gülen abd için dün ne demiş bugün ne diyor?

Bir zamanlar: "Amerika ve Rusya sistem olarak materyalist felsefeyi benimsemiştir. Aslında ne Rusya'nın ne de Amerika'nın bize bakış açıları farklı değildir.
Hatta hiçbir fark yoktur, denilebilir. Israrla söylüyoruz ki, ikisi de bizim aman vermez düşmanımızdır."Diyen Fetullah Gülen'e ne oldu ki şimdi:
"Amerika, hala bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır... Amerika şu anda: Bütün konum ve gücüyle, bütün dünyaya kumanda edebilir ve buna layıktır."[ Nevval Sevindi / A.g.y - Sh:39
] Demeye ve Amerika'yı övmeye başlamıştır?
Fetullah Gülen'in asıl amacı; İslam'ı yaymak mı, yoksa siyonist Gizli Dünya Devleti'nin kovboyu olan Amerika'ya uyumlu ve ılımlı vatandaş hazırlamak mıdır?
Prof. Alpaslan Işıklı'nın tespitiyle, "yurt dışındaki okullarıyla, Türkiye deki vakıf, dershane, üniversite çalışmalarıyla siyonist emperyalizmin dünya hakimiyetine ve küresel bir totalitarizmin kurulma hedefine hizmet mi yapılmakta dır?[ Prof. Alpaslan Işıklı / Sh:85 /
]
Daha önceleri: "sebeplere riayet, bir sorumluluk olsa da; onlara tesiri hakiki vermek apaçık bir dalalet ve inhiraf (sapıklık)tır."
"Köpek, kendisini besleyeni sahibi olduğunu sanır ve bu yüzden sahibine gösterdiği sadakat görünüşe, yani nedenselliği dayanır."[ Fetullah Gülen / F.F / C:2 / Sh:212] Diyen Fetullah Gülen, şimdi nasıl oluyor da:
"Amerika ile dostça geçinmeden ve Amerika istemeden, dünyanın hiçbir yerinde, hiç kimseye ve hiçbir şey yaptırmazlar...
Şimdi (bana bağlı) bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına (yani siyonizmle uyuşarak) gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığımız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz..."[ Nevval Sevindi / A.g.y. Sh.39
] diyerek, herkesi Amerika'ya kayıtsız şartsız teslimiyete çağırmaktadır?
Fetullah Hoca'ya göre: Kuvvet ve Kudret sahibi, Allah mıdır, yoksa Amerika mıdır?
"Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite kabul edilmeli, Amerika göz ardı edilerek, şurada veya burada kendi başına bir iş yapılmaya kalkışılmamalıdır...
Rusya bile sizi desteklese, eğer Amerika istemezse, işinizi bozacaktır... Çünkü Amerika kendi işlerinin bozulmamasından yanadır. Bu da yadırganmamalıdır."[ M. Emin Değer / Bir Cumhuriyet Düşmanı / Sh:283] Diyecek kadar Amerika'ya tapınan ve siyonizmin yenilmez gücüne(!) sığınan bir Fetullah Gülen, acaba Kur'an kahramanı mı, yoksa Amerika'nın kuklasımıdır?

hristiyanlık ta hak din diyen abi olur mu?

“Hıristiyanlık da hak dîndir” diyen Nurcu olur mu?
İslâm’ın temel kitâbı olan Kur’ân-ı Hakîm, Müslümanların her namazda ve namazın her rek’atında okumalarını emrettiği Fâtiha Sûresinde, “mağdûbi aleyhim” ve “dâllîn” zümrelerinin sırât-ı müstakîmde olmadığını açıkça beyân eder. Peki, kimdir bu Kur’ân nazarında küfürde olan gürûh?
Bütün dünyâyı kontrol altına alan gizli ecnebî zındıka komitesinin hinterlandına girmiş bu son asrın sahte ulemâsı hâric, 1.400 senedir “Kur’ân ve Sünnet” çizgisinden ayrılmayan muhakkık dîn ulemâsı, “mağdûbi aleyhim” gürûhunun “Yahûdîler”, “dâllîn” gürûhunun ise “Hıristiyanlar” olduğunda ittifâk etmişlerdir. Nitekim, Diyânet İşleri de, “Kur’ân-ı Kerîm, ehl-i kitâbı kâfir saymakla berâber, müşriklerden ayırmış ve onların yiyeceklerinin Müslümanlara helâl olduğunu bildirmiştir”(Diyânet Takvimi, 6 Ocak 2006) ifâdesiyle, Yahûdî ve Hıristiyanların İslâm inancına göre “kâfir” olduklarını belirtmiştir.
İslâm ulemâsının bu ittifâkı, Kur’ân’ın sayısız âyetlerine ve Peygamber Efendimiz (sav)’in Ahmed ibn-i Hanbel, İbn-i Hibbân ve Tirmizî’nin Adiyy ibn-i Hâtem (ra)’den rivâyet ettikleri hadîsine dayanmaktadır (Reddü’l-Evhâm-2, s.162, Rahle Yayınları).
Son asrın İslâm Müceddidi Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri de bu âyetleri aynen selefleri gibi yorumlamıştır. Birinci Cihân Harbinde Müslüman Osmanlılar, Hıristiyan İngiliz-Fransız-İtalyan-Rus ve Ermenilerle harb ederken; Pasinler cephesinde avcı hattında beş yüz talebesiyle berâber “Milis Yarbayı” üniformasıyla kâfirlere karşı cihâd eden Bedîüzzamân Hazretleri, aynı zamânda at üstünde talebelerine bir Kur’ân tefsîri yazdırıyordu. İşte o eserde “mağdûbi”yi îzâh ederken diyor ki: “Kuvve-i gadabiyyenin galebe ve tecâvüzüyle tecâvüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahûdîlerin temerrüdü gibi!” (İşârâtü’l-İ’câz, s.28)
Aynı eserde “dâllîn” gürûhu için de, “Vehmin ve hevâ-yı nefsin akıl ve vicdânlarına galebesiyle, bâtıl bir i’tikáda tâbi’ olarak nifâka düşenlerdir: Hıristiyanların safsatası gibi” (age, s.29) ifâdesini kullanmaktadır.
Bedîüzzamân Hazretlerinin yukarıda adını verdiğim Kur’ân tefsîrinin Arapçadan Türkçeye yapılmış tercümesi Latin harfleriyle basılırken, “Hıristiyanların safsatası” ibâresi, sanki Üstâd umum Hıristiyanları kasdetmiyormuş gibi, “bir kısım Nasârâdır” şekline çevrilmiştir (Reddü’l-Evhâm-2, s. 161, Rahle Yayınları). Metnin aslında olmayan “bir kısım” ilâvesini esere sokturan zındıka komitesinin kırk yıllık sinsi bir çalışması sonunda, kendisine Nurcu denilen grupların içine, “Yahûdî ve Hıristiyanların da hak dîn” olduğu fikri sokulmuştur.
Son yıllarda kendisini Bedîüzzamân’a nisbet eden ve Basında “Müslüman Calvenistlerin lideri” diye takdîm edilen liderin grubunda İslâm’ın îmân esâslarına taban tabana zıt bu fikrin açıkça savunulduğu zâten biliniyor da; “Bedîüzzamân’ın hizmetkârı” olarak bilinen bir grup liderinin de, “Biz Hıristiyanlığın hak dîn olduğunu biliyoruz”(Vakit, 5 Nisan 05) ifâdesini kullanması ma’nidâr değil midir? Ki, böyle bir inancın, yukarıda açık ifâdelerini gördüğümüz Bedîüzzamân Hazretleriyle hiçbir münâsebeti olmamak gerektir.
Kökü dışarıda o gizli ecnebî zındıka komitesinin el atması ile, Üstâd’ın son zamânlarında yakınına hizmet için sokulan ba’zılarının iğfâl edilmesi, vefâtınden sonra ise o gizli zındıka komitesinin soktuğu bâtıl fikri savunanların cemâatin lider kadroları içinde yer almaları; bugün kendisine “Nurcu” denilen ekseri grup mensûblarının dahi, netîcede İslâm inancının ve ülke menfaatlerinin aleyhine olan “dinlerarası diyalog ve hoşgörü” safında bulunmalarını netîce vermiştir demek zorundayız. Bu dînî ve millî yanlışı gören hamiyetli vatan evlâdlarının bu yanlış anlayışa karşı tavır almaları elbette elzemdi; ama o gizli ecnebî zındıka komitesine âit olan bu zehirli görüşün, istismârcılara bakılarak Bedîüzzamân Hazretlerinden kaynaklandığının sanılması da ayrı bir yanlıştır.
Kur’ân’ımızı ve son hak peygamber olan Hz.Muhammed (sav) Efendimizi kabûl etmeyenleri “hak dîn” sınıfına sokan anlayışla, Bedîüzzamân Hazretlerinin zerre kadar ilgisi olamaz! Bu nâzik mes’elenin delîllerine inşâallah devâm edeceğiz…
Mustafa Kaplan 03.03.2006 Vakit

gıybet mi? ashabdan ibretli bir hadise

Zeyd b. Vehb'den (rivayet edildiğine göre); Hz. İbn Mes'ud'a (bir adam) getirilmiş de:
Bu adamın sakalından şarap damlıyor, denmiş. Hz. Abdullah (b. Mes'ud da):
Biz (gizli) kusur araştırmaktan nehyedildik, fakat bize bir suç açıkça görünecek olursa onu cezalandırırız, cevabını vermiş
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 16/101.

ehli sünnet alimlerine uymak i.rabbani haz.den 213.mektub

213
Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd hazretlerine yazılmışdır. Va'z ve nasîhat vermekde, Ehl-i sünnet âlimlerine uymağı övmekdedir:
Allahü teâlâ, sizi, zâtınıza yakışmıyan herşeyden korusun! Yüce ceddiniz ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât" hurmetine düâmı kabûl buyursun! Errahman sûresinde, altmışıncı âyetinde meâlen, (İyiliğin karşılığı, ancak iyilik olur) buyuruldu. Sizin ihsânlarınıza, hangi ihsânla karşılık yapacağımı bilemiyorum. Ancak, mubârek zemânlarda, din ve dünyâ selâmetiniz için düâ etmeğe çabalıyorum. Elhamdülillah, elimde olmıyarak, bu vazîfe nasîb olmakdadır. Mükâfât olabilecek başka bir ihsân da, va'z ve nasîhatdir. Eğer kabûl buyurulursa, bizim için ne büyük ni'met olur.
Ey asîl ve şerefli efendim! Va'zların özü ve nasîhatların kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikde bulunmakdır. Allah adamı olmak ve islâmiyyete yapışmak da, müslimânların çeşidli fırkaları arasında, kurtuluş fırkası olduğu müjdelenmiş olan, Ehl-i sünnet vel-cemâ'atin doğru yoluna sarılmağa bağlıdır. Bu büyüklerin yolunda gitmedikçe kurtuluş olamaz. Bunların anladıklarına tâbi' olmadıkça, se'âdete kavuşulamaz. Akl sâhibleri, ilm adamları ve Evliyânın keşfleri, bu sözümüzün doğru olduğunu bildirmekdedirler. Yanlışlık olamaz. Bu büyüklerin doğru yolundan hardal dânesi kadar, pekaz ayrılmış olan bir kimse ile arkadaşlık etmeği, öldürücü zehr bilmelidir. Onunla konuşmağı, yılan sokması gibi korkunç görmelidir. Allahdan korkmayan ilm adamları, hangi fırkadan olursa olsun, zındıkdırlar. [Yetmişiki bid'at fırkasının hepsi Ehl-i sünnet değildir. Bunların en kötüsü şî'îler ile vehhâbîlerdir.] Bunlarla konuşmakdan, arkadaşlık etmekden, kitâblarını okumakdan, evlerine, köylerine gitmekden de sakınmalıdır. Dinde hâsıl olan bütün fitneler ve azılı din düşmanlığı, hep böyle zındıkların bırakdıkları kötülükdür. Dünyâlık ele geçirmek için, dînin yıkılmasına yardım etdiler. Bekara sûresinin onaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hidâyeti vererek, dalâleti satın aldılar. Bu alış verişlerinde birşey kazanamadılar. Doğru yolu bulamadılar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, bunları bildirmekdedir. İblîsin râhat, sevinçli oturduğunu, kimseyi aldatmakla uğraşmadığını gören bir zât, (Niçin insanları aldatmıyorsun, boş oturuyorsun?) dedikde, (Bu zemânın kötü din adamları, benim işimi çok güzel yapıyorlar, insanları aldatmak için bana iş bırakmıyorlar) demişdi. Oradaki talebeden, mevlânâ Ömer, iyi yaradılışlıdır. Yalnız, kendisine arka olmak, doğruyu söylemesi için kuvvetlendirmek lâzımdır. Hâfız imâm da, aklını fikrini dînin yayılmasına vermişdir. Zâten her müslimânın böyle olması lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Kendisine deli denilmiyen kimsenin îmânı temâm olmaz) buyuruldu. Biliyorsunuz ki, bu fakîr, söyliyerek ve yazarak, iyi kimselerle konuşmanın ehemmiyyetini anlatmağa uğraşıyorum. Kötü kimselerle arkadaşlıkdan, bunların kitâblarını okumakdan kaçınmasını tekrâr tekrâr bildirmekden usanmıyorum. Çünki, işin temeli bu ikisidir. Söylemek bizden, kabûl etmek sizden. Dahâ doğrusu, hepsi Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın hayrlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun! [Zemânımızda, ingiliz câsûsları, mezhebsizler, zındıklar, din adamı şekline girdiler. Hak sözü bilen ve söyliyen din adamı bulunmaz oldu. Se'âdete kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakdan başka çâre kalmadı. Hakîkat Kitâbevinin bütün kitâbları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından toplanmışdır. Bunları bütün müslimânlara tavsiye ederiz. Ehl-i sünnet kitâbları demek, dört mezhebden birinin kitâbları demekdir.]
İhsânlarınızın çokluğu, bu yazılara sebeb oldu. Başınızı ağrıtmak ve usandırmak düşüncesini unutdurdu. Vesselâm.

´Bil ey zâhirde ve isimde Müslüman!´

´Bil ey zâhirde ve isimde Müslüman!´
Bu zamânda böyle bir hıtâbda bulunmaya kimin gücü yetebilir? Şeş cihette bu ekibin dışında bir nesne görmek neredeyse mu'cize hâline gelmiş. üstelik hepsinin de boğazı ABD-AB yağlarıyla gündelik yıkama-yağlama ameliyesinden geçtiği için, sesleri bas-bariton çıkanlar da onlar. Hem keferenin yağdanlığı rolünde memişhâne bardağı gibi dizilirler, hem de muhâfazakârlığı kimseye bırakmazlar. Ramazân gününde suyu kafaya diken, tesettür emri ile dalga geçen veyâ kaşık düşmanının karoserindeki manzarayı tepesine geçirdiği bezle kamufle eden, haremlik-selâmlık âdetini koç katımı fırtınasında kaybeden, misâfirlerine beyaz şarap sunan, fâiz müessesesini meşrûlaştıran, papazların ve keşişlerin önünde rükûa varan kişilere nasıl hıtâb edilecek acabâ?Allah bilir ya, bütün deliliğimize rağmen, başlıktaki hıtâbı bizim yapma cesâretimiz yok. Ama, bir erkek yapmış, haydi biz de nakledelim: “Bil ey zâhirde ve isimde Müslüman! Senin sefâhette ve ahkâm-ı İslâmiyeyi muârazatta kâfirlerin taklîdini yapmaktaki meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam bir aşîrete mensûbdur. Başka düşman bir aşîrete mensûb bir adama rastgelir. O düşman adam, kendi aşîretine istinâd ederek mefâhiriyle gurûrlanıp, bunun aşîretini kötülemeye ve aşîretinin başını tezyîf ve âdetlerini tahkír etmeye başlar. Bu miskin adam ise, zanneder ki, o da kendi aşîretini zemmeder ve âdetlerini tahkír ederse, onun aşîreti yanında onun gibi makbûl olur. Halbuki bu ahmak adam bilmez ki; o şu red ve irtidâd ile, ya hayvan bir mecnûn veyâ alçak bir rezîldir ki, bu hâliyle kendi belini kırıp, her iki taraftan kovulan ve tek kalan bir yetim oluyor.“Görmüyor musun ki; Avrupalı bir şahıs, Muhammed (asm)’ı inkâr eder. Lâkin, mümevveh olan Hıristiyanlıkla ve kendi millî âdetleriyle memzûc olan mahsûs medeniyyetleriyle tesellî bulduğu için; onun rûhunda ba'zı ahlâk-ı hasene ve bu hayât-ı dünyeviyyeye bakan ve yarayan ba'zı yüksek himmetleri bâkí kalması mümkündür. İşte o Avrupalı şahıs, bu tesellî sebebiyle kendi rûhunun karanlıklarını ve kalbinin yetimliklerini bir derece görmeyebilir. Amma sen ise ey mürted! Muhammed (asm)’ı ve onun âsâr-ı dînini inkâr ettiğin dakikada, daha senin için hiçbir peygamberi kabûl etmeye imkân kalmıyor. Hattâ, belki Rabbini de… Belki kemâlât-ı hakíkıyyeden hiçbir şeyi kabûl etmeye kábil olacak bir haslet ve kábiliyyet sende kalamaz.“İşte ey mürted! Şimdi gel, sen kendi ruhundaki tahrîbâtın dehşetine bak, vicdânındaki zulümâtın şiddetini gör ve kalbindeki yütm ve ye’sin vahşetini anla! Bununla berâber, pek yakın bir gelecekte, senin bâtınındaki çirkinliğin zâhirine tereşşuh edip sızacak ve o zamân sizin mürtedâne olan zâhirî hüsün ve güzellikleriniz en kabîh kâfirinkinden daha kabîh ve daha çirkin bir sûrette açığa vuracaktır.“Demek ki, mürted olan kişi, her iki hayâttan da mahrûmdur. Lâkin, kâfir öyle değil. çünkü kâfir, İslâm devletiyle muhârebe etmediği müddetçe, ona bir hakk-ı hayât var, fakat mürtedin hakk-ı hayâtı yoktur.” (Mesnevî-i Nûriye, A. Badıllı tercümesi, s.626-7)Evet, şu erkek sesin sâhibi, Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleridir. Allah ondan râzı olsun. Koca bir İslâm coğrafyasının pasaportsuz gezildiği günleri yaşayacak olan gelecek nesilden, bugünün “zâhirde ve sözde Müslüman” olan şuûrsuz kitlelerine ağız dolusu tükürükler geldiği zamân, işte o erkek ses elbette istisnâ edilecektir. Kendi ecdâdının inancını küçük gören, tahkír edenlere nasıl olacak da “hayvan bir mecnûn” veyâ “alçak bir rezîl” damgasını vurmayacaksınız ki…Sözün burasında, şu ibâreyi hâlâ mezkûr esere koymayanları cidden anlayabilmiş değilim doğrusu. Niçin diğer yayınevleri “Mesnevî-i Nûriye” isimli eseri orijinal tercümesi ile basmıyorlar? O mübârek zâtın eserlerini kimselere bırakmayan “huddâm” hazerâtından sessiz kitlelerin böyle bir hizmeti bekleme hakkı yok mudur?A.Badıllı Ağabeyimize bu hizmetinden dolayı teşekkür
ediyoruz.(mustafa kaplan)