18 Ocak 2012 Çarşamba

KADER ADALET EDER...

Evet, kimse yaptığının yanına kalacağını sanmasın. Çünkü adili mutlak olan Allah, imhal eder, yani mühlet verir; ama asla ihmal etmez. Bir de bakarsınız ki zalim, zulmünün karşılığını beklenmedik bir anda olanca şiddetiyle görmüştür.
Ancak insanlar bu cezanın yaptığı zulmün, haksızlığın karşılığı olduğunu bazen anlayamazlar da zalimin, haksızın yaptığı yanına kaldı sanırlar.
İşte size irşat eserlerinde haksızlık ve zulüm karşılığı olaylardan bir misal…
Bir gün Musa Aleyhisselam:
- Ya Rabbi! der, bazı insanlar zalimin yaptığı yanına kalıyor sanıyorlar. Halbuki senin adaletin eninde sonunda gerçekleşmekte, zalim zulmünün karşılığını mutlaka bir sebeple görmektedir. Bana gerçekleşen bu adaletinin bir örneğini göster ki, onu insanlara anlatayım da kimse zulüm ve haksızlık yapma cesareti bulamasın kendinde. Eninde sonunda zulmünün karşılığını göreceğini anlasın herkes. Rabb’imiz:
- Ya Musa der, sahrada dört yolun kesiştiği yerdeki çalılıkta saklanarak çeşme başında cereyan edecek olayları seyret de gör bakalım zalim, haksız nasıl eninde sonunda zulmünün, haksızlığının karşılığını görmektedir…
Musa Aleyhisselam, tarif edilen yerdeki ağaçların arasına gizlenerek karşıdaki çeşme başında yolcuların yaşayacağı olaylara bakmaya başlar.
İlk olarak bir atlı gelir çeşmenin başına. Atından iner, üzerindeki heybesini alıp ağacın gölgesinde oturup yemeğini yer, suyunu içer, içinde altınları bulunan heybesini orada unutarak atına binip uzaklaşır.
Arkasından gelen ikinci yolcu, çeşmeden suyunu içer, etrafa bakarken ağacın dibinde bir heybe görür. Kaptığı gibi heybeyi gözden kaybolur. Onun arkasından iki gözü de görmeyen üçüncü yolcu gelir, o da eğilerek çeşmeden suyunu içer, bir kenara çekilerek şöyle birazcık dinlenmek isterken heybenin sahibi ilk yolcu atıyla çıkagelir, öfkeyle heybesini aramaya başlar. Yaşlı bir adamdan başka da kimseyi görmeyince:
- Burada unuttuğum heybemi sen alıp sakladın, ya paramı verirsin yahut da canını!.. der. İhtiyar:
- Ben iki gözü de görmeyen bir adamım. Senin heybenin nerede olduğunu ne bileyim!.. diyerek sert karşılık verince, öfkesi başına sıçrayan atlı, ‘Bu yaşta beni mi kandıracaksın?’ diyerek bir vuruşta ihtiyarı yere serer, ölümüne sebep olur. Hemen atına atlayıp oradan uzaklaşır.
Bunları bulunduğu yerden seyreden Musa Aleyhisselam:
- Ya Rabbi, der, bu atlının içi para dolu heybesini arkasından gelen genç bir yolcu alıp gitti, cezayı ise ondan sonra gelen yaşlı adam çekti. Adalet neresinde bunun?.. Rabb’imiz şöyle hitap eder:
- Ya Musa! İnsanlar böyledirler işte. Hep hadiselerin dışına bakarlar, içindeki kaderin adaletini çoğu zaman göremezler. Burada herkes geçmişte yaptığının karşılığını gördü, diyerek işin geçmişini şöyle açıklar:
- Para dolu heybesini çeşmenin başında unutan atlı, vaktiyle yanında çalıştırdığı fakir bir adamın hakkını vermedi, yoksul adamın hakkı kaldı üzerinde…
İşte heybeyi alıp giden genç yolcu, o yoksul adamın çocuğudur. Aldığı para babasının hakkı olan paraydı. Onu alıp gitti. Böylece kaderin adaleti yerini bulmuş, çocuk babasının verilmeyen hakkını alıp gitmiş oldu. Ölen ihtiyara gelince:
- O da astığı astık, kestiği kestik denecek derecede zalimin biriydi… Nice kavgalara, zulümlere karışmış, yaptığı hep yanına kalmıştı. Son olarak da atlının babasını öldürmüş, yaptığı yanına kaldı sanmıştı. Nihayet atlı da geldi, parasını aldı zannıyla babasını öldüren adamı bir vuruşta öldürdü, tıpkı onun da babasını bir vuruşta öldürdüğü gibi.
Bundan sonra Rabb’imiz Hazreti Musa’ya şöyle hatırlatmada bulunur:
- Ya Musa! Söyle kullarıma, hikmetini bilemedikleri olaylara itiraz yollu bakmasınlar. Bilsinler ki, bir yapana bir başka yapan çıkacak, kimsenin yaptığı zulüm, haksızlık yanına kalmayacak, kaderin adaleti eninde sonunda yerini bulacaktır. Atlı adamın çalıştırdığı işçisinin hakkını sonunda heybe dolusu parayla ödediği gibi, babasını bir vuruşta öldüren adamı da kendisi bir vuruşta aynı şekilde öldürdüğü gibi… Onun için büyüklerimiz demişler ki:

“Hak Teala bir kulun hakkını bir başka kul ile alır; bilmeyen gafil onu kul kendi yaptı sanır!”

7 Temmuz 2010 Çarşamba

ŞİFA AYETLERİ

Şifâ âyetleri şunlardır:

1- “Ve yeşfî sudûra kavmi’m-mü’minîne ve yüzhib ğayza kulûbihim.” (ALLAH mü’minler topluluğunun gönüllerini ferahlandırsın, şifâ versin ve kalplerindeki ıztırabı gidersin.)4
2- “Yâ eyyühe’n-nâsü kad câet küm mev’ızatun min Rabbikum ve şifâü’l-limâ fi’s-sudûri ve hüden ve rahmetün li’l-mü’minîn.” (Ey İnsanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerin derdine şifâ, mü’minlere bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.)5
3- “Yahrucu mim-butûnihâ şarâbüm-muhtelifün elvânühû fîhi şifâü’l-linnâsi inne fî zâlike le’âyete’l-likavmi’y-yetefekkerûn.” (Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki, onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.”)6
4- “Ve nünezzilü mine’l-Kur’âni mâ hüve şifâü’v-ve rahmetü’l-li’l-mü’minîn.” (Biz Kur’ân’da mü’minler için şifâ ve rahmet olan âyetleri indiriyoruz.)7
5- “Ve izâ meridtü fehüve yeşfîn.” (Hastalandığımda bana şifâ veren ALLAH’tır.”8
6- “Kul hüve li’llezîne âmenû hüden ve şifâün.” (De ki: Kur’ân, inananlar için hidâyet ve şifâdır.)9

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hastalara şöyle duâ etmiştir:

1-“ALLAHümme rabbi’n-nâsi ezhibi’l-be’se işfi. Ente’ş-şâfî. Lâ şifâe illâ şifâüke. Şifâen lâ yüğâdiru sekamen. ALLAHümme işfi abdeke yenke’ leke adüvven ev yemşî leke ilâ salatin.” (ALLAH’ım! Ey insanların Rabbi! Şifâ ver! Şifâ veren ancak Sen’sin! Sen’den başka şifâ verecek kimse yoktur! ALLAH’ım! Şu kuluna şifâ ver ki, Senin bir düşmanına acı versin veya Senin rızânı kazanmak için namaz kılmak üzere yürüsün.)10

2- “Bismillâhi erkîke min külli şey’in yü’zîke min şerri külli nefsin ev aynü hâsidin. ALLAHümme yeşfîke bismillâhi erkîke.” (Sana ıztırap veren her şeyden, her kıskanç nefisten, her hasetçi gözden ALLAH’ın adıyla sana şifâ dilerim. ALLAH sana şifâ versin. ALLAH’ın adıyla sana şifâ dilerim.)11


Dipnot:
1- Sözler, 287, 288;
2- Mektûbât, s. 145;
3- a.g.e., 139;
4- Tevbe Sûresi: 14-15;
5- Yûnus Sûresi: 57;
6- Nahl Sûresi: 69;
7- İsrâ Sûresi: 82;
8- Şuarâ Sûresi: 80;
9- Fussilet Sûresi: 44;
10- Ebû Dâvud, Tıb, 3883; Ebû Dâvud, Cenâiz, 3107;
11- Tirmizî, Cenâiz, 972

27 Temmuz 2009 Pazartesi

fenlerin son sınırı(bediüzzamanın dilinden hz.MUHAMMED sav

Bediüzzaman, bu zamanda bile, beşerin dimağından dökülmesi imkânsız olan yüksek hakikatlerin, ilimlerin, fikirlerin, buluşların Hz. Peygamberin (asm) zihninden akmasının, onun hak peygamber olduğuna çürütülmez belgeler olduğunu söyler. Uzatmadan, sözü, söz ustası ve Üstadına bırakalım:
1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas (uzman, otorite) sahibi olamaz. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 167-168) (Halbuki, Peygamberimiz, her fende, hem de o fennin en nihayet sınırını haber veriyor. Ki, teknolojinin oraya ulaşması imkânsızdır. Üstelik, asırların birikiminin mahsulü olabilecek fennî buluşları o karanlık, cehâlet çağında ortaya koyuyor. Yâni, fen bilimleri açısından bakıldığında, Kur’ân ve Sünnet’in işaret ettiği fen ilimlerinin, o asrın ve bütün asırların birleşmesinden hasıl olması imkânsızdır. Öyle ise, o, bütün fenleri bilen ve yaratan birisinden haber alıyor ve veriyor. Öyle ise, o bir peygamberdir.)
2. Fenler, fikirlerin birleşmesinden hâsıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder, gelişir, olgunlaşır. Matematik, fizik, kimya, tıp, biyoloji, astronomi, anatomi, jeoloji vesâire gibi ilimler, adım adım, bir buluş diğerine basamak olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu şaşmaz bir vakıadır. Oysa, Peygamberimizin (asm) bahsettiği fen ve hakikatler, ilmin en son ve en mükemmel şeklini izâh ediyor. Kur’ân, başta astronomi olmak üzere, diğer bütün fen ilimlerine dair âyetlerle doludur. Pek çok hadis-i şerîf de, ilmî ve teknik meseleleri barındırmaktadır. Öyle ise o, bir peygamberdir...
3. Eski zamanda nazarî (teori) olup, bu zamanda açık olmuş olan çok meseleler vardır. (Bu zamanda bir kısım meseleleri ortaya koymak mümkündür. Fakat, eski zamanda, henüz teorilerin bile düşünülmediği şartlarda, teknik ve teknolojinin en ince hakikatleri serdedilmiştir. Demek o, herşeyi kuşatan Yaratıcının elçisidir, ona vahyetti, o da vahyedileni tebliğ etti.)
4. Zamân-ı mazi (geçmiş devirler), bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır. (Bir meseleyi ilim, teknik ve teknolojinin zirvelerde olduğu bu şartlarda söylemek, vazetmek başka; aynı meseleyi, eski zamanda, düşünmek başkadır. Hattâ, eskiden hayâli bile imkânsızdı. İşte, hiçbir mesele yoktur ki, Resûl-i Ekrem onun karşısında sağlam, doğru, isabetli bir duruş sergilemiş olmasın.)
5. Sahra ve çöl insanları, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir. (Bu psiko-sosyal bir tesbittir. Hz. Peygamberin hayatına bakıldığında, başlangıcı ile son çizgisi arasında hiçbir kırıklık, eğrilik yoktur. Üstelik bütün gözler, akıllar, zihinler onun üzerine yoğunlaşmıştır. En ufak bir çelişki, gerçekdışı bir hal sezselerdi onu psikolojik olarak bitirirlerdi. Nitekim, okuması, yazması olan, ilmi bulunan, askerî ve ekonomik gücü son derece üstün olan yalancı peygamberler de böyle bir iddiada bulunmuşlardı. Ama onlar kaybetti. Aslında, zahire bakılırsa onlar kazanması gerekirdi!)
20.12.2005
E-Posta: fersadoglu@ttnet.net.tr

22 Temmuz 2009 Çarşamba

sünnetin muradullahın anlaşılmasında vazifesi?

1. Sünnetin ; muradullahın anlaşılmasındaki
rolü nedir ? Sünnet olmadan muradullahın
anlaşılabilmesi mümkün müdür?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Sünnet olmadan muradullah anlaşılabilecek
olsaydı Kur'an Efendimiz (s.a.v)'e sadece "tebliğ"
görevi verir, ayrıca "beyan/açıklama" görevi vermezdi.
Temel ibadetlerin nasıl yapılacağına ilişkin
olarak Kur'an'da herhangi bir detay verilmemiş olması,
Kur'an'ın hayata intikalinde Efendimiz
(s.a.v)'in tuttuğu merkezî rolün en açık ifadesidir.
Fazlasöze hacet yoktur.
2. Sünnetin/hadislerin tahrip edilmeye
müsait bir alan olduğunu söylemek Müslümanların
zihinlerinde veya tasavvurlarında ne gibi
algılara yol açar ? Bu algıların yapacağı tahribatın
boyutu ne olur ?
Sünnet'in/hadislerin nakli meselesi üzerinde
şüpheler oluşturarak Kur'an'ı "şahsî görüşlere açık"
hale getirmek ahir zamanda müptela olduğumuz
bir hastalık. "Hadislerin naklinde beşer unsuru yer
almıştır" gerekçesiyle Sünnet/Hadis alanını "tekinsiz"
ilan edenler, Kur'an'ın da aynı beşer unsuru vasıtasıyla
nakledildiğini nedense hep görmezden
gelir. Burada denebilir ki, "Kur'an ilahî koruma altındadır;
ancak Sünnet/hadisler için böyle bir garanti
yoktur." Biz de buna karşılık deriz ki, Kur'an'ın
ilahî garanti altında olması, mesela melekler vasıtasıyla
korunması gibi bir durumu anlatmaz. Yüce
Allah Kur'an'ı bu Ümmet eliyle korumuştur ve bu
durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Kur'an'ı koruyan Ümmet Sünnet'i niçin tahrif eder?!
Bu noktada ikinci bir itiraz da, Kur'an'ın tevatüren
nakledildiği, hadislerin büyük çoğunluğunun
naklinde ise böyle bir durumun söz konusu olmadığı
şeklinde ileri sürülebilir. Buna mukabelemiz de
şöyle olacaktır: Yukarıda sözünü ettiğimiz temel
ibadetlerle ilgili hadisler büyük ölçüde tevatür seviyesine
ulaşmamış rivayetlerden oluşmaktadır. Bu
şu demektir: Bu rivayetleri "güvenilmez" ilan ettiğiniz
zaman İslam'ın temel ibadetlerini bile yerine getirmeniz
imkânsızlaşır. Bu durumu, Din'in bireysel
ve sosyal bütün boyutlarına teşmil edebilirsiniz.
3. Ehl-i Sünnet mezhebinin tepkisel bir
fırka olduğu (diğer fırkalar gibi) ve Şia’ya tepki
olarak doğduğunu söyleyenler var. Bu tespit
doğrumudur ?
Böyle bir iddianın kimden sadır olduğunu bilmiyorum.
Ama ciddiye alınır yanı yoktur. Ehl-i Sünnet,
Efendimiz (s.a.v)'in Sahabe'ye, onların da
kendilerinden sonraki kuşağa aktardığı çizgidir.
Sünnet'i Kur'an'la birlikte Din'de merkezî bir konumda
görmekle diğerlerinden ayrılan Ehl-i Sünnet,
bir "fırka" değildir ki, sonradan/tepkisel olarak
ortaya çıktığı söylenebilsin! Sahabe bu dini Efendimiz
(s.a.v)'den nasıl grdüyse öyle yaşadı, anlattı.
Tabiun da Sahabe'den gördüğünü Din olarak aldı,
anladı, yaşadı ve anlattı. Haricîler'le birlikte tarih
sahnesine çıkmaya başlayan fırkalar ise bu ana
gövdeden şu veya bu sebeple/ölçüde ayrılan arızî
yapılardır.
Soruyu şöyle anlarsak doğruluk payı taşıdığını
söyleyebiliriz: "Ehl-i Sünnet kelamı sonradan
ortaya çıkmıştır." Evet, doğru olan budur. Yani sonradan
ortaya çıkan "Ehl-i Sünnet mezhebi" değil,
"Ehl-i Sünnet kelamı"dır. Bunda şaşılacak bir nokta
yoktur. Zira Ehl-i Sünnet kelamı, sonradan ortaya
çıkan fırkalara karşı Sahabe'den devralınan sahih
İslam çizgisini, yani Ehl-i Sünnet'i aklî delillerle müdafaa
etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla
sonradan ortaya çıkan "mezhep" değil, "metot"tur.
4. Bir makalenizde Ehl-i Sünnetin bir şemsiye
olduğu tespitini dile getirmiştiniz. Bu şemsiyenin
altına giren genel görüşler yani
turnusol kağıdı görevi yapacak görüşler nelerdir?
Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim:
Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"
den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi
bir Ehl-i Sünnet Akaidi kitabında görülebilecek olan
bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri,
Sünnet'e/hadislere bakış ile Sahabe hakkındaki
düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten farklı
kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte
bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar
hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin,
"Biz bunlara inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde
ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını
söyleyip dururken, diğer yandan gözümüzün içine baka baka hadislerle sabit itikadiyyatı
inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir azabını,
şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor,
anlayan beri gelsin!
5. Günümüzde özellikle Şiar niteliği olan
sünnetlerin terk edildiğini hatta sarık ve sakal
başta olmak üzere pek çoğunun adet olarak nitelendiğini
müşahade ediyoruz. Şiar Sünnetlere
bakış Ehl-i Sünnete göre nedir ?
Ehl-i Sünnet, Sünnet-i Seniyye ile sabit olan
hususlara hassasiyet göstermenin addır. Bu anlamda
temel olarak itikadî sahada kendisini gösteren
bir duruştur. Sakal, sarık vb. sünnetleri hafife
alma tavrına gelince, sadece Ehl-i Sünnet'e değil,
bütünüyle İslamî geçmişe karşı hastalıklı bir tavrın
ifüadesidir. Zira bugün bilmeyen yoktur ki, Şia gibi
bid'at mezhep mensupları dahi sakal, sarık vb. şiarlar
konusunda hayli hassastır. Dolayısıyla bu şiarlar
konusundaki aymazlık, itikadî zaaf yanında,
aynı zamanda bir kimlik erozyonunu ve yabancılaşmayı
da ifade etmektedir.
6. Ehl-i Sünneti anlama da Osmanlı örneğinin
yeri neresidir ?
Ehl-i Sünnet Osmanlı'nın en temel kimlik kodudur.
Temel Akaid/Kelam kitaplarına Osmanlı uleması
tarafından gösterilen ehemmiyet, medrese
müfredatında yer almalarından ve üzerlerine çok
sayıda şerh, haşiye… tarzı çalışmalar yapılmış olmasından
kolayca anlaşılabilir. Sadece ilmî alanda
değil, siyasî alanda da bu hassasiyet yaşatılmıştır.
Şah İsmail'den başlayarak Şia ile mücadele bunun
kristalize olduğu süreçlerden birisidir.
7. Osmanlı Medreseleri ile bugün İlahiyat
Fakültelerini bir kıyas edersek İslami İlimler açısından
durum nedir ? Bugünkü İlahiyat Fakültelerinin
tedrisatı yeterli midir ?
Ali Fuat Başgil'in, Ankara İlahiyat için söylediği,
"Buradan din alimi değil, din münekkidi yetişir"
tesbiti bu soruya cevap olarak yeterli olsa
gerektir. Medrese ile fakülteyi mukayese etmek,
medreseye yapılabilecek en büyük hakaret olur.
Okuduğu Arapça metni doğru dürüst anlamayan
ilahiyat hocalarına bolca rastlandığı günümüz Türkiyesi,
medresenin kıymetinin/öneminin anlaşılması
için yeterli manzarayı vermektedir.
8. Ehl-i Sünnet açısından Zahidül Kevseriyi
nereye koymalıyız ? Muhammed Ebu Zehra
dışında O’nu müceddid olarak gören İslam
Alimleri kimlerdir ?
Zahid el-Kevserî merhumun Ehl-i Sünnet itikadına
gerçekten büyük hizmetleri olmuştur. Matbuat
dünyasında, sadece çeşitli dergilerde yazdığı
makalelerle değil, tahkik ve neşrettiği ve neşrine
önayak olduğu son derece kıymetli eserlerle de
geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuştur. Etkilerinin
bugün bile son derece canlı bir şekilde yaşıyor olması
da bunun bir diğer göstergesidir. Tercümelerinin
neşri müyesser olduğunda ne demek
istediğim rahatlıkla anlaşılacaktır.
İmam el-Kevserî'yi "imam", "müceddid" gibi
vasıflarla anan sadece Ebu Zehra merhum değildir.
Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî,
Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman
Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû
Gudde onu mezkûr sıfatlarla ve benzeri ifadelerle
ananlar arasında ilk akla gelenlerdir.
DR. EBUBEKİR SİFİL İLE SÜNNET ÜZERİNE
Burhan - Nisan 2009

21 Temmuz 2009 Salı

(yalnız kur'an)diyenler müslüman değildir...

"Yalnız Kur'an" diyenler Müslüman değildir
Deniz tarafından Salı, 2007-08-21 09:54 tarihinde gönderildi.
Sünnet
İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:
"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:
- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.
İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:
- Sen Kur’anı okudun mu?
- Evet.
- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?
- Hayır.
- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?
- Hayır.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?
- Hayır.
- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı? (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki: Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."
Bir âyet-i kerime meali: (Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]
İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]
(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]
İmam-ı Şarani diyor ki:
Ma'lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur'ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder.Üstadım Aliyyülhavas'dan (rahimehullah) duydum. Buyurdu: Sünnet bize Kur'ândaki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan düâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücûd tesbihlerini, ta'dili erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı. İmrân bin Husayn'e bir kimse, bizimle yalnız Kur'ânla konuş dedikte, İmrân ona: (Sen tam ahmaksın. Kur'ân-ı kerîmde farzların rek'atlarının sayısı açık olarak var mı? Yahud bunda sesli okuyun, diğerinde sessiz deniyor mu?) buyurdu. O kimse hayır dedi. İmrân bu sözü ile onu susturdu.Yine Beyhakî Sünen'inde Müsâfir namazı bölümünde, hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirir: Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya'nî dört rek'atlı farzları iki rek'ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî' eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu. Bu sözü iyi düşün. Çünkü çok güzeldir.
İmam-ı Süyuti diyor ki:
"Şunu bilesiniz ki, usül ilminde maruf olan şartları taşıyan -kavlî olsun fiilî olsun- hadisler hüccetdir. Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadislerini inkar eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, yahudilerle, hıristiyanlarla veya Allahü teâlânın murad ettiği diğer kâfir fırkalarla beraber haşrolunur." (Miftahu'l-cenne, s.18)
Mehazlar:
1. İmam-ı Süyuti, Miftahu'l-cenne fi'l-ihticac bi's-sunne (Sünnetin İslamdaki Yeri), Rağbet Yayınları, İst. (Tercüme: Doç Dr. Enbiya Yıldırım)2. İmam-ı Şarani, Mizan-ül Kübra (Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı), Berekat Yayınevi, İst. (Tercüme: A. Faruk Meyan).Hazırlayan: Murat Yazıcı
http://muratyazici.blogspot.com/

20 Temmuz 2009 Pazartesi

hangi hoşgörü(nereye gidiyorsunuz?)

Başlığa aldığım soru, Yeni Ümit dergisinin son (Temmuz-Ağustos-Eylül 2007) sayısında Prof. Dr. Suat Yıldırım hocanın, cemaat tarafından Arapça olarak neşredilen Hira dergisinin Ocak-Mart 2007 sayısına Prof. Dr. Muhammed İmara tarafından kaleme alınan makalesinden özetlenerek oluşturulmuş yazının başlığı.
Suat Yıldırım hoca ve dahi derginin editörlük masası tarafından herhangi bir rezerv, şerh, beyan, tavzih, ta’dil vesaire ile karşılanmaması, muhtevasının paylaşıldığını, tasdik gördüğünü gösteriyor.
5/el-Mâide 48. ayetinin “farklı” bir tefsiri üzerine kurgulanmış gibi duran yazı, birey ve toplumların farklı dinlere mensubiyetini, “çoğulculuk” kavramıyla belli bir “meşruiyet” zeminine oturtuyor; “madem “birlik” Allah Teala’ya, “çokluk” da mahlukata ait bir özelliktir, o halde çoğulculuk Allah Teala’nın değişmez bir nizamıdır” diyor; Kur’an’ın, “bu çeşitliliği Allah’ın bir nizamı ve evrenin bir kanunu” olarak gördüğünü söylüyor. İmara’ya –ve onu sükûtla tasdik eden Yıldırım hocaya– göre “Allah, çoğulculuğu, farklılığı, çeşitliliği bir kanun olarak koymuştur.”
Yazara ve mütercime göre farklı ırk ve milletlere mensup insanlar, “Yaratıcı’nın imtihan hikmeti icabı olarak dinleri, dilleri, medeniyetleri, gelenekleri farklı olarak, aralarında fazilette yarışma olan toplumlar olabilirler.”
Yine yazının müellifine ve mütercimine göre “İslam, kendisini inkâr edenler için dünyevî bir yaptırım koymamış, onlar hakkında ahirette hüküm vermenin Allah’a ait olduğunu ilan etmiştir. O sebeple putperestler hakkında bile, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” demiştir.”
Evet, Kur’an sadece bir topluluğun değil, Alemlerin Rabbi’dir; yazıda ifade edilen bu husus temel bir İslamî realitedir. Ancak bu ifadenin yüklendiği vurgu göz ardı edildiğinde sanki “Allah Teala, hangi dinden olursa olsun bütün insanlara rahmet ve merhamet çerçevesinde nazar eder” gibi bir sakat anlayışa geçit verilmemelidir. Bu tamlamanın anlam ağırlığını, “Rabbu’n-nâs” olarak değil, “Rabbu’l-âlemîn” olarak terkip edilmiş olması üzerinde yoğunlaşarak kavrayabiliriz. Aksi halde hem temel bir Kur’anî kavramın anlam buharlaşmasına uğramasına yol açmış, hem de Kur’an’ın “necis” (9/et-Tevbe, 28) dediği yaratıkları da “hoşgörü ve müsamaha” çerçevesi içinde telakki etme garabetine düşmüş oluruz.
Yazının tamamını okuduğunuzda aklınızda şu tarz soruların uçuştuğunu fark ediyorsunuz:
- Varlığa hakim olan Hak-batıl ayrımı, ma’ruf-münker ontolojisi nereye gitti de onun yerine “çoğulculuk” ikame edildi?
- Yazının, Yahudilik ve Hristiyanlık da dahil olmak üzere, mevcut şirk, inkâr, tahrif ve tahrip dinlerini, “varlıkları hikmet ve sünnetullah gereği olan”, dolayısıyla belli bir masumiyet ve meşruiyet anlayışıyla karşılanması gereken olgular olarak görmeyi telkin eden tavrı doğru ise, kâfir ve müşrikler hakkında onca yerici ve alçaltıcı ifadeler kullanan, şirki en büyük zulüm sayan Kur’an’ın bu tavrını nasıl izah edeceğiz?
- İslam, mensuplarına, hak ve hakikati başkalarına tebliğ etme ve diğerlerinin cehennemden kurtulmasına çalışma yükümlülüğü getirdiği halde, farklı dinlere aidiyeti “hikmet” temeline oturtma ve herkesi olduğu gibi kabul etme anlayışını “varlık yasası” olarak takdim etmenin Kur’an’la çelişme anlamına geldiği açık değil mi?- Nereye gidiyorsunuz???
dr.ebubekir SİFİL

14 Temmuz 2009 Salı

cahiliye toplumunda garip olmak!

Cahiliyye Toplumlarında Garib Olmak


İrbad b. Sariye(r.a.)'ın rivayetiyle:
"Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan(en küçük bir şübheyi kabul etmeyen, gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, O dinden(başka yönlere) sapar." (1) diye buyuran yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ebu Hüreyye (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı ve(günün birinde) tekrar başladığı gibi garib olacaktır. Ne mutlu O gariblere." (2)
Hayat kitabımız Kur'an-ı Kerim'in meşhur müfessirlerinden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (r.h.a.), Rasulullah (s.a.s.)'in bu hadisini gündeme getirerek şunları beyan etmektedir:
"İslâm'ın istikbali gece değil, gündüzdür. Sönük değil, parlaktır. Ara-sıra basan gece karanlıkları, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Bu hadis de böyledir. Yani, "İslâm garib olarak başladı (veya ortaya çıktı), ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud yeniden doğacak) ne mutlu o gariblere" demektir. Hadisin sonundaki "fetûbâ" onun korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu gösterir. Gerçi bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat sönmeyip yeniden başlaması müjdesi vardır.
İşte "fetûbâ lil gurabâ" müjdesi'de bunun içindir. Çünkü onlar, "önce geçenler: Sâbikun-ı evvelun" gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil, müjdeyi ifade eder." (3)
Merhamet olunmuş vasat ümmetin mutlak müctehid imamlarından İmam Malik(r.h.a.), bu konuda şunları söyler:
"Medine' de İslâmiyet, garib olarak başlamış ve(günün birinde) yine oraya dönecektir. Hadisin zahiri umum bildirmektedir. İslâmiyet, birkaç kişi arasında başlamış, sonra yayılarak meydana çıkmıştır. Daha sonra O'na, noksanlık ve bozuntu arız olacak ve yine başladığı gibi birkaç kişiden ibaret kimselerde kalacaktır."(4)
İslâm!.. Hayat nizamı!.. Fıtrat Dini… Onsuz olan hayatın, hayat olmaktan çıktığı nizam!... Onsuz insanların, hüsranda olduğu ve aşağıların aşağısına yuvarlandığı yegâne hakikat!... İnsan, onsuz kaldığında asla insan olma makamına çıkamayacağı eşiz hayat nizamı!..
Garib olarak ortaya çıktı!... yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ'nın, en son Rasulü ve en son Nebîsi Muhammed (s.a.s.)'e vahyettiği İslâm, ilk muhatabı olan Mekke halkına tebliğ edildiğinde, asırlardan beri şirk ve küfür içinde olan bu insanlar, İslâm'ı çok olumsuz bir tavırla karşıladılar ve garib gördüler… küfür ve şirk ile kirletilmiş beyinleriyle kalbleri, Tevhidi bir türlü kavrayamadı, dolayısıyla kabul edemedi ve reddetmeleri yetmiyormuş gibi, iman eden muvahhid mü'minlere karşı düşman kesilip en korkunç işkenceler yapmaya başladılar…
Yegâne hayat nizamı İslâm, başlangıçta çok az insanlar tarafından kabul edildi… Muvahhid Mü'min Müslümanların sayısının azlığından dolayı İslâm, kimsesiz ve yabancı bir kimse durumundaydı… taraftarlarının azlığı onu, bir garib gibi gösteriyordu… Fakat sahibi Allah Teâlâ idi. Âlemlerin Rabbi Allah!... Bütün güç ve kuvvetin kendisine ait olduğu, eşi, benzeri ve ortağı olmayan yegâne Rabb Allah!...
"Hiç şübhesiz Zikri (Kur'ân-ı) Biz indirdik Biz. Onun koruyucuları da gerçekten biziz." (5)
"Allah, iman edenlerin velîsi (dostu, yardımcısı ve destekleyicisi)dir. Onları, karanlıklardan nûra çıkarır."(6) diye buyuran Allah Teâlâ!...
Kendisine katıksız iman eden Muvahhid Mü'min Müslüman kullarını garib bir hâlden nasıl kurtarıp, yeryüzünün halifeleri durumuna getirip kendilerini iktidar sahibi yaptığını şöyle beyan buyuruyor yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ:
"Hatırlayın, hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırdı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi ki, şükredesiniz." (7)
"Allah içinizde iman edenlere ve Salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şübhesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktırlar.
Dosdoğru namaz kılın, zekâtı verin ve Rasule itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz." (8)
Takdir edilen zaman içinde gerçekleşen bu va'd, va'dinden asla vazgeçmeyen Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ tarafından va'dedilmiştir… ve va'dettiği mutlaka yerine gelmiştir.
"Şübhesiz Allah, verdiği sözden dönmez."(9)
"Allah, va'dinden dönmez."(10)
"(Bu,) Allah'ın va'didir. Allah, va'dinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler."(11)
"Haberin olsun, şübhesiz Allah'ın va'di haktır. Ancak onların çoğu bilmezler."(12)
Rabbimiz Allah Teâlâ'nın, gerçekleşmesinde hiçbir şübhe olmayan bu va'di, "Asr-ı Saadet" Mü'min Müslümanları için gerçekleştiği gibi, onlar gibi olan ve gerçek garibler için her asırda, her zaman ve her mekânda gerçekleşir… bu hakikat, Allah'ın Sünneti'dir… Sünnetullah'da hiçbir değişme olmaz…
"(Bu,) Allah'ın öteden beri sürüp giden Sünnetidir. Sen, Allah'ın sünneti'nde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın." (13)
Garib olarak başlayan İslâm'ın garib taraftarları, katıksız iman eden Muvahhid Mü'minler, Önderimiz Rasulullah(s.a.s.)'in talimatlarına harfiyen uyup, her türlü zorluğa ğöğüs gererek direndiler ve Allah Teâlâ onları muzaffer eyledi… Onlar, korku içinde azınlık oldukları bir hâlden, iktidar sahibi olan ve müşrik düşmanları korku içinde bırakan bir hâle getirdi… Onlara verilen bu zafer ve ödül, onların Allah'ın hükümlerini, önderleri Rasulullah(s.a.s.)'in Sünneti'nde olduğu gibi kabul edip gereğini amel olarak yerine getirmeleri sebebiyle idi…
"Ne mutlu O gariblere" diye buyuran önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah(s.a.s.), kendilerini müjdelediği gariblerin kimler olduğunu vasıflarıyla beyan buyurmuştur…
Amr b. Avf(r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah(s.a.s.):
"Yılan toplanıp deliğe çekildiği gibi din de, muhakkak sürette toplanıp Hicaz'a çekilecek ve dağ keçileri dağın doğurunda üslendikleri gibi din de, muhakkak surette Hicaz'da üslenecektir.
Din garib(bir nizam) olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra insanların sünnetimden(yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan gariblere müjdeler olsun." (14)
İslâm, şirkin ve küfrün egemen olduğu bir ülkede, tağutların put heykeller adına söz sahibi olduğu bir zamanda gündeme geldi ve insanlar tarafından dışlanmışken çok az kimse tarafından kabul gördü… Garib olan İslâm'ı, garib olan Muvahhid Mü'minler bağırlarına bastılar, iman edip İslâm'ın egemenliği uğrunda bütün gayretlerini sarfettiler… Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten asla yılmadılar… Allah Teâlâ'nın yardımı ve izni ile küfür ve şirkin egemenliği yıkıldı, bütün cahiliyye işleri ayaklar altına alındı… Şirk alçaktı, daha da alçaldı… Tevhid yüceydi, daha da yüceldi… En yüce olan İslâm'ın üzerinde herhangi bir yücelme söz konusu olmadı, olamaz, olmamalıdır da!.. Zafer üste zafer kazanmanın üstünden asırlar geçti ve Müfessir Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın deyimiyle "ara-sıra basan gece karanlıkları", garibleri dinlendirip yeniden uyandırmak için vazifelerine koyuldular…
Üç kıtaya egemen olan İslâm, yeniden garibleşti… İslâm'a katıksız iman eden garibler, selefleri olan garibler gibi oldular…
Yegâne Önderimiz Rasulullah(s.a.s.)'in Allah'ın hükümlerinin hayata uygulanışı olan sünneti'nden, tağutî düzenlerin uşakları tarafından bozulmuş olanları onarmaya ve yeniden İslâm binasını inşâya başladılar… Müjdelenen garibler!...
Amr. b. Avf(r.a.)'dan.
Rasululah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Kim benden sonra ihmal edilmiş olan bir sünnetimi îhya ederse, O sünnetle amel eden insanların sevablarından hiçbir şey eksiltmeden, onların sevablarının bir mislini şübhesiz almış olacaktır.
Kim de, Allah ve Rasulü'nün razı olmadıkları bir bid'atı icad ederse, O bid'at ile amel eden insanların günahlarından hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir mislini yüklenmiş olacaktır." (15)
İslâm topraklarının yüz yıllık işgali ve müşrik-zalim tağutlarının egemenliği, İslâm milleti'ni esaret altına düşürmüş, hayat nizamı İslâm, toplumsal hayattan uzaklaştırılmış ve geri gelmesin diye karada, denizde ve havada barikatlar kurulup en ölümcül silahlarla nöbet beklenir olmuştur…
Tevhidin yerine şirk, imanın yerine küfür egemen olurken, İslâm'ın yerine tağutî sistemler toplumu sevk ve idare etmeye başlamışlardır… İşin en acı ve korkunç yönü ise, küfür ve şirk adına iktidarda bulunan yerli ve yabancı zalim tağutların en büyük destekleyicisi ise, İslâm adını kullanarak aldattıkları, kendilerinin İslâm'a aid olduklarını söyleyen halk kitleleri olmuştur…
Çağdaş Nemrutların, Fir'avunların ve Ebu Cehillerin orduları, Hamanları, Karunları ve Bel'âmları, kendilerini Müslüman kabul ediyorlar. Tağutların zulmü altında işgal edilmiş İslâm topraklarının her parçasına "İslâm ülkesi" adını veriyorlar… İslâm'ın hükümlerinin geçersiz kılınıp yasaklandığı ülkeleri "İslâm ülkesi" zannına kapılan aldatılmış ve her yönden sömürülmüş kitleler çoğunluğu teşkil etmektedir… Garibler, yine azınlıkta… Onlar, bütün bu aleyte ve olumsuz şartlarda, kendilerine yegâne Rableri Allah tarafından emredilen kulluk vazifelerini, önderleri Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti'ne uygun ve imkânları nisbetinde yaşamaya gayret ediyorlar… Küfre, şirke, irtida da ve ilhada karşı bütün gayretlerini sarfederek cihadlarını sürdürüyorlar…
İslâm garib olmuş, Muvahhid Mü'min Müslümanlar garibdirler!...
Yegâne Önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah(s.a.s.), gariblerin özelliklerini ve O müjdelenmiş şahşiyetlerin tavırlarını anlatıyor!..
1) Abdullah b. Amr.(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Allah'ın en çok sevdiği kimseler gariblerdir."
O'na:
-Garibler kimlerdir? diye soruldu.
"Dinlerini yaşayabilmek için kaçanlar! Allah, kıyamet gününde onları, İsâ b. Meryem(a.s.) ile birlikte haşredecektir." buyurdular. (16)
2) Abdullah b. Mes'ud(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"İslâmi şübhesiz garib olarak başladı ve(günün birinde) garib hâle dönecektir. Ne mutlu garib (Mü'min) lere."
İbn Mes'ud demiştir ki:
-Garibler Kimlerdir? diye sordular.
Rasulullah(s.a.s.):
"Kabilelerinden(İslâmiyet için) ayrılıp uzaklaşanlardır." (17)
3) Ebu'd-Derdâ (r.a.), Ebu Umâme el-Bahilî (r.a.), Enes b. Malik (r.a.) ve Vasile b. Eska (r.a.) rivayet ederler:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı, başladığı gibi garib olacaktır. O gariblere ne mutlu!"
-O garibler kimlerdir ya Rasulullah? diye sordular.
Rasulullah(s.a.s.):
"İnsanlar bozulduğunda güzel hâlde bulunan, Allah'ın dininde münakaşa etmeyen ve bir günah sebebiyle Ehl-i Kıble'yi tekfir etmeyendir." buyurdular. (18)
4) Amr b. Avf(r.a.)' dan
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı, başladığı gibi garib olacaktır. O gariblere ne mutlu!"
-Garibler kimlerdir ya Rasulullah? diye soruldu.
Rasulullah şöyle buyurdu:
"Sünnet(ler)imi ihyâ edip Allah'ın kullarına öğretenlerdir." (19)
5) Abdullah ibn Amr İbnü'l-As (r.a.) anlatıyor:
Biz, bir gün yanında iken Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Gariblere müjdeler olsun!"
-Garibler kimlerdir ya Rasulullah? denildi.
Rasulullah(s.a.s.):
"Bir çok kötü insan içinde az olan Salih kişilerdir. Onlara isyan edenler, itaat edenlerden daha çoktur!... buyurdular. (20)
6)Abdullah İbn Ömer(r.anhuma)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladığı gibi, garib olacaktır. Ne mutlu O gariblere!
Dikkat ediniz! Mü'min olarak vefat ettikten sonra Müslüman için aslında gariblik yoktur." (21)
Malum olduğu üzere, “Hak ve Hakikat peşinde olmak, garib ve yanlız kalmak demektir!..”(22)
Malum olduğu üzere, "Hak ve Hakikat peşinde olanlar, bu ümmetin garibleridirler…Garibler, kurtuluşa ermişlerdir…
"Sizden, hayra çağıran, iyiliği(ma'rufu) emreden ve kötülükten(münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (23)
Ümmetin garibleri, ihya erleridir… Tevhidi ihya edip şirki kahredenlerdir… İmanı ihya edip küfrü yok edenlerdir… İslâm'ı ihya edip tağutî düzenleri ortadan kaldıranlardır… Sünneti ihya edip bütün bid'at ve hurafeleri silip süpürenlerdir… "Yeniden İslâm'a" deyip İslâm binasını sarsılmaz iman temelleri üzerinde yeniden inşâ eden ihya erleri, küfür ve şirk düzenlerine destek veren kitleler içinde hak taraftarları oldukları için garib kalırlar… Azınlıkta olmalarına rağmen daima galibdirler…
"Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar(şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa, Allah'ın izniyle galib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir." (24)
Muğire İbn Şu'be(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Ümmetimden bir taife, kendilerine Allah'ın emri gelinceye(yani kıyamet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirlerine yardım edici olmakta devam edecek ve bunlar(muhalefet edenlerine) daima galib olacaklardır." (25)
Kurfet b. Eyas(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden, daima Allah Teâlâ tarafından desteklenen ve onlara yardımcı olmayan halkın zarar veremeyeceği bir cemaat, kıyamet kopuncaya kadar hiç noksan olmayacak (Ümmetimin içinde daima böyle bir taife bulunacak)tır!" (26)
Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurdular:
"Kim Allah'ı ve O'nun Rasulünü ve iman edenleri velî (dost) edinirse, hiç şübhe yok, galib gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (27)
Katıksız iman eden Muvahhid Mü'minler müşrik tağutların egemen olduğu cahiliyye toplumları içinde garib kalmışlığına rağmen, her zaman ve her mekânda haktan yana olur, Allah'ı, Rasulullah (s.a.s.)'i ve Mü'min kardeşlerini dostlar edinirler… Kâfirleri, müşrikleri, Ehl-i Kitab'ı, mürtedleri ve münafıkları asla velîler edinmez ve "kâfirlerin, mü'minler üzerinde hiçbir velâyet haklarının olmadığına" inanırlar.
Egemen tağutları ve şirk düzenlerini her yönüyle reddeden Muvahhid Mü'min Müslümanlar, kadınıyla ve erkeğiyle birbirlerinin velîleri, yani destekleyicisi ve yardımcısıdırlar… Hakka davet eder, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar…(28)
Egen tağutların işgali altında bulunan İslâm topraklarının kurtuluşu ve esarette tutulan Muvahhid Mü'min Müslümanların hürriyetlerine kavuşmaları için bu ümmetin garibleri elele, gönül gönüle olmalı, omuz omuza vermeli ve hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılmalıdırlar… (29)
"Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." (30)
……………………………………1) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 6, Hds. 42. 2) Sahih-i Müslim, Kitabu'l-iman, B. 65, Hds. 232
Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Fiten. B.15, Hds.3986-3987
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l İman, B.13, Hds.2764
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, çev. Rıfat Oral, Konya, 2003, C.1, Sh. 178, Hds. 101/143
Kuzâî, Şibâbü'l-Ahbâr Tercümesi, çev. Prof. Dr.Ali Yardım, ist. 1999, Sh. 200, Hds.671
İmam Taberânî, Hadislerle İslâm-Mu'cemu'l-Evsat, çev. İsmail Mutlu- Ayşenur Kale, ist. 2003, Sh.256, Hds.175. 3) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, ist. 1996, C.6 Sh.190(Yenda yayınları)
NOT: Alıntı yapılan metin sadeleştirilmiştir. Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, vdğ, ist, T,Y, C.6 Sh. 170 (Azim Yayınları). 4) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, ist. T.Y. C.2 Sh. 24. 5) Hicr, 15/9. 6) Bakara, 2/257. 7) Enfal, 8/26. 8) Nur, 24/55-56. 9) Ra'd, 13/31. 10) Zümer, 39/20. 11) Rum, 30/6. 12) Yunus, 10/55. 13) Fetih, 48/23. Fatır, 35/43. 14) Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-İman, B-13, Hds. 2765
İmam Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, C.1, Sh. 175-178, Hds. 99/141-142
İmam Taberânî, A.g.e. Sh.. 257, Hds.176
Beyhakî, Kitabü'z- Zühd, çev. Enbiya Yıldırım, ist. 2000, Sh.206, Hds. 716. 15) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.15, Hds.210
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-İlm, B.16, Hds. 2817. 16) Ahmed İbn Hanbel, Kitabü'z- Zühd, çev.Mehmed Emin İhsanoğlu, İst. 1993, C.2, Sh.217, Hds. 806 C.1, Sh.124, Hbr.402
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.128, Hds.352. 17) Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l- Fitren, B.15, Hds.3988
Sünen-i Dârimî, Kitabu'r- Rikak, B. 42, Hds. 2758
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C.1, Sh.179, Hds. 102/144
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.128-129, Hds. 353. 18) Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.74, Hds.80 Sh.55, Hds 6 ayrıca bkz Taberânî, Mu'cemu'l - Kebir, C.8, Sh,178-179
İbn Hacer el- Heysemî, Mecmau'z- Zevaid, C.1, Sh.106, 156 C.7, Sh.256. 19) Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.70, Hds.62. 20) Abdullah İbnü'l-Mübarek, Kitabü'z-Zühd, çev. M. Adil Teymur, ist.1992, sh.197, Hds. 775
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.54, Hds.4
İmam Taberânî. A.g.e. sh. 258, Hds.179 (Ara nüsha: C.9, Sh.8981). 21)Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, sh.55, Hds.5. 22) İmam Suyutî, Camiu's-Sağir muhtasarı Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, vdğ. İst. 1996 b, C.2, Sh. 547, Hds. 2576 (5270) İbn Asakîr'den. 23) Âl-i İmrân, 3/104. 24) Bakara, 2/249. 25) Sahih-i Buhârî, Kitabu'l- İ'tisam, B.10, Hds.42
Sahih-i Müslimi Kitabu'l-iman, Kitabu'l iman, B.71, Hds.247
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l- Fiten, B-42, Hds. 2330
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.7. 26) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.6.-10. 27) Mâide, 5/56. 28) Bkz. Tevbe, 9/71. 29) Bkz. Âl-i İmrân, 3/103. 30) Ahzab, 33/3.