27 Temmuz 2009 Pazartesi

fenlerin son sınırı(bediüzzamanın dilinden hz.MUHAMMED sav

Bediüzzaman, bu zamanda bile, beşerin dimağından dökülmesi imkânsız olan yüksek hakikatlerin, ilimlerin, fikirlerin, buluşların Hz. Peygamberin (asm) zihninden akmasının, onun hak peygamber olduğuna çürütülmez belgeler olduğunu söyler. Uzatmadan, sözü, söz ustası ve Üstadına bırakalım:
1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas (uzman, otorite) sahibi olamaz. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 167-168) (Halbuki, Peygamberimiz, her fende, hem de o fennin en nihayet sınırını haber veriyor. Ki, teknolojinin oraya ulaşması imkânsızdır. Üstelik, asırların birikiminin mahsulü olabilecek fennî buluşları o karanlık, cehâlet çağında ortaya koyuyor. Yâni, fen bilimleri açısından bakıldığında, Kur’ân ve Sünnet’in işaret ettiği fen ilimlerinin, o asrın ve bütün asırların birleşmesinden hasıl olması imkânsızdır. Öyle ise, o, bütün fenleri bilen ve yaratan birisinden haber alıyor ve veriyor. Öyle ise, o bir peygamberdir.)
2. Fenler, fikirlerin birleşmesinden hâsıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder, gelişir, olgunlaşır. Matematik, fizik, kimya, tıp, biyoloji, astronomi, anatomi, jeoloji vesâire gibi ilimler, adım adım, bir buluş diğerine basamak olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu şaşmaz bir vakıadır. Oysa, Peygamberimizin (asm) bahsettiği fen ve hakikatler, ilmin en son ve en mükemmel şeklini izâh ediyor. Kur’ân, başta astronomi olmak üzere, diğer bütün fen ilimlerine dair âyetlerle doludur. Pek çok hadis-i şerîf de, ilmî ve teknik meseleleri barındırmaktadır. Öyle ise o, bir peygamberdir...
3. Eski zamanda nazarî (teori) olup, bu zamanda açık olmuş olan çok meseleler vardır. (Bu zamanda bir kısım meseleleri ortaya koymak mümkündür. Fakat, eski zamanda, henüz teorilerin bile düşünülmediği şartlarda, teknik ve teknolojinin en ince hakikatleri serdedilmiştir. Demek o, herşeyi kuşatan Yaratıcının elçisidir, ona vahyetti, o da vahyedileni tebliğ etti.)
4. Zamân-ı mazi (geçmiş devirler), bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır. (Bir meseleyi ilim, teknik ve teknolojinin zirvelerde olduğu bu şartlarda söylemek, vazetmek başka; aynı meseleyi, eski zamanda, düşünmek başkadır. Hattâ, eskiden hayâli bile imkânsızdı. İşte, hiçbir mesele yoktur ki, Resûl-i Ekrem onun karşısında sağlam, doğru, isabetli bir duruş sergilemiş olmasın.)
5. Sahra ve çöl insanları, medenîlerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir. (Bu psiko-sosyal bir tesbittir. Hz. Peygamberin hayatına bakıldığında, başlangıcı ile son çizgisi arasında hiçbir kırıklık, eğrilik yoktur. Üstelik bütün gözler, akıllar, zihinler onun üzerine yoğunlaşmıştır. En ufak bir çelişki, gerçekdışı bir hal sezselerdi onu psikolojik olarak bitirirlerdi. Nitekim, okuması, yazması olan, ilmi bulunan, askerî ve ekonomik gücü son derece üstün olan yalancı peygamberler de böyle bir iddiada bulunmuşlardı. Ama onlar kaybetti. Aslında, zahire bakılırsa onlar kazanması gerekirdi!)
20.12.2005
E-Posta: fersadoglu@ttnet.net.tr

22 Temmuz 2009 Çarşamba

sünnetin muradullahın anlaşılmasında vazifesi?

1. Sünnetin ; muradullahın anlaşılmasındaki
rolü nedir ? Sünnet olmadan muradullahın
anlaşılabilmesi mümkün müdür?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Sünnet olmadan muradullah anlaşılabilecek
olsaydı Kur'an Efendimiz (s.a.v)'e sadece "tebliğ"
görevi verir, ayrıca "beyan/açıklama" görevi vermezdi.
Temel ibadetlerin nasıl yapılacağına ilişkin
olarak Kur'an'da herhangi bir detay verilmemiş olması,
Kur'an'ın hayata intikalinde Efendimiz
(s.a.v)'in tuttuğu merkezî rolün en açık ifadesidir.
Fazlasöze hacet yoktur.
2. Sünnetin/hadislerin tahrip edilmeye
müsait bir alan olduğunu söylemek Müslümanların
zihinlerinde veya tasavvurlarında ne gibi
algılara yol açar ? Bu algıların yapacağı tahribatın
boyutu ne olur ?
Sünnet'in/hadislerin nakli meselesi üzerinde
şüpheler oluşturarak Kur'an'ı "şahsî görüşlere açık"
hale getirmek ahir zamanda müptela olduğumuz
bir hastalık. "Hadislerin naklinde beşer unsuru yer
almıştır" gerekçesiyle Sünnet/Hadis alanını "tekinsiz"
ilan edenler, Kur'an'ın da aynı beşer unsuru vasıtasıyla
nakledildiğini nedense hep görmezden
gelir. Burada denebilir ki, "Kur'an ilahî koruma altındadır;
ancak Sünnet/hadisler için böyle bir garanti
yoktur." Biz de buna karşılık deriz ki, Kur'an'ın
ilahî garanti altında olması, mesela melekler vasıtasıyla
korunması gibi bir durumu anlatmaz. Yüce
Allah Kur'an'ı bu Ümmet eliyle korumuştur ve bu
durum kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Kur'an'ı koruyan Ümmet Sünnet'i niçin tahrif eder?!
Bu noktada ikinci bir itiraz da, Kur'an'ın tevatüren
nakledildiği, hadislerin büyük çoğunluğunun
naklinde ise böyle bir durumun söz konusu olmadığı
şeklinde ileri sürülebilir. Buna mukabelemiz de
şöyle olacaktır: Yukarıda sözünü ettiğimiz temel
ibadetlerle ilgili hadisler büyük ölçüde tevatür seviyesine
ulaşmamış rivayetlerden oluşmaktadır. Bu
şu demektir: Bu rivayetleri "güvenilmez" ilan ettiğiniz
zaman İslam'ın temel ibadetlerini bile yerine getirmeniz
imkânsızlaşır. Bu durumu, Din'in bireysel
ve sosyal bütün boyutlarına teşmil edebilirsiniz.
3. Ehl-i Sünnet mezhebinin tepkisel bir
fırka olduğu (diğer fırkalar gibi) ve Şia’ya tepki
olarak doğduğunu söyleyenler var. Bu tespit
doğrumudur ?
Böyle bir iddianın kimden sadır olduğunu bilmiyorum.
Ama ciddiye alınır yanı yoktur. Ehl-i Sünnet,
Efendimiz (s.a.v)'in Sahabe'ye, onların da
kendilerinden sonraki kuşağa aktardığı çizgidir.
Sünnet'i Kur'an'la birlikte Din'de merkezî bir konumda
görmekle diğerlerinden ayrılan Ehl-i Sünnet,
bir "fırka" değildir ki, sonradan/tepkisel olarak
ortaya çıktığı söylenebilsin! Sahabe bu dini Efendimiz
(s.a.v)'den nasıl grdüyse öyle yaşadı, anlattı.
Tabiun da Sahabe'den gördüğünü Din olarak aldı,
anladı, yaşadı ve anlattı. Haricîler'le birlikte tarih
sahnesine çıkmaya başlayan fırkalar ise bu ana
gövdeden şu veya bu sebeple/ölçüde ayrılan arızî
yapılardır.
Soruyu şöyle anlarsak doğruluk payı taşıdığını
söyleyebiliriz: "Ehl-i Sünnet kelamı sonradan
ortaya çıkmıştır." Evet, doğru olan budur. Yani sonradan
ortaya çıkan "Ehl-i Sünnet mezhebi" değil,
"Ehl-i Sünnet kelamı"dır. Bunda şaşılacak bir nokta
yoktur. Zira Ehl-i Sünnet kelamı, sonradan ortaya
çıkan fırkalara karşı Sahabe'den devralınan sahih
İslam çizgisini, yani Ehl-i Sünnet'i aklî delillerle müdafaa
etmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla
sonradan ortaya çıkan "mezhep" değil, "metot"tur.
4. Bir makalenizde Ehl-i Sünnetin bir şemsiye
olduğu tespitini dile getirmiştiniz. Bu şemsiyenin
altına giren genel görüşler yani
turnusol kağıdı görevi yapacak görüşler nelerdir?
Öncelikle buradaki bir yanlışlığı düzeltelim:
Ehl-i Sünnet şemsiye kavramı, birtakım "görüşler"
den değil, "itikadî umdeler"den oluşur. Herhangi
bir Ehl-i Sünnet Akaidi kitabında görülebilecek olan
bu umdelerin bugün için turnusol kâğıdı işlevi görenleri,
Sünnet'e/hadislere bakış ile Sahabe hakkındaki
düşüncelerdir. Günümüzü geçmişten farklı
kılan önemli kırılma alanları bunlardır. Geçmişte
bid'at fırka mensupları, hadisle sabit olan itikadî hususlar
hakkında hiçbir kapalılığa yer vermeksizin,
"Biz bunlara inanmıyoruz" diyorlardı. Günümüzde
ise bir kısım insanlar bir yandan Ehl-i Sünnet olduklarını
söyleyip dururken, diğer yandan gözümüzün içine baka baka hadislerle sabit itikadiyyatı
inkâr ediyor. Hz. İsa (a.s)'ın nüzulünü, kabir azabını,
şefaati… inkâr ederken nasıl Ehl-i Sünnet kalınabiliyor,
anlayan beri gelsin!
5. Günümüzde özellikle Şiar niteliği olan
sünnetlerin terk edildiğini hatta sarık ve sakal
başta olmak üzere pek çoğunun adet olarak nitelendiğini
müşahade ediyoruz. Şiar Sünnetlere
bakış Ehl-i Sünnete göre nedir ?
Ehl-i Sünnet, Sünnet-i Seniyye ile sabit olan
hususlara hassasiyet göstermenin addır. Bu anlamda
temel olarak itikadî sahada kendisini gösteren
bir duruştur. Sakal, sarık vb. sünnetleri hafife
alma tavrına gelince, sadece Ehl-i Sünnet'e değil,
bütünüyle İslamî geçmişe karşı hastalıklı bir tavrın
ifüadesidir. Zira bugün bilmeyen yoktur ki, Şia gibi
bid'at mezhep mensupları dahi sakal, sarık vb. şiarlar
konusunda hayli hassastır. Dolayısıyla bu şiarlar
konusundaki aymazlık, itikadî zaaf yanında,
aynı zamanda bir kimlik erozyonunu ve yabancılaşmayı
da ifade etmektedir.
6. Ehl-i Sünneti anlama da Osmanlı örneğinin
yeri neresidir ?
Ehl-i Sünnet Osmanlı'nın en temel kimlik kodudur.
Temel Akaid/Kelam kitaplarına Osmanlı uleması
tarafından gösterilen ehemmiyet, medrese
müfredatında yer almalarından ve üzerlerine çok
sayıda şerh, haşiye… tarzı çalışmalar yapılmış olmasından
kolayca anlaşılabilir. Sadece ilmî alanda
değil, siyasî alanda da bu hassasiyet yaşatılmıştır.
Şah İsmail'den başlayarak Şia ile mücadele bunun
kristalize olduğu süreçlerden birisidir.
7. Osmanlı Medreseleri ile bugün İlahiyat
Fakültelerini bir kıyas edersek İslami İlimler açısından
durum nedir ? Bugünkü İlahiyat Fakültelerinin
tedrisatı yeterli midir ?
Ali Fuat Başgil'in, Ankara İlahiyat için söylediği,
"Buradan din alimi değil, din münekkidi yetişir"
tesbiti bu soruya cevap olarak yeterli olsa
gerektir. Medrese ile fakülteyi mukayese etmek,
medreseye yapılabilecek en büyük hakaret olur.
Okuduğu Arapça metni doğru dürüst anlamayan
ilahiyat hocalarına bolca rastlandığı günümüz Türkiyesi,
medresenin kıymetinin/öneminin anlaşılması
için yeterli manzarayı vermektedir.
8. Ehl-i Sünnet açısından Zahidül Kevseriyi
nereye koymalıyız ? Muhammed Ebu Zehra
dışında O’nu müceddid olarak gören İslam
Alimleri kimlerdir ?
Zahid el-Kevserî merhumun Ehl-i Sünnet itikadına
gerçekten büyük hizmetleri olmuştur. Matbuat
dünyasında, sadece çeşitli dergilerde yazdığı
makalelerle değil, tahkik ve neşrettiği ve neşrine
önayak olduğu son derece kıymetli eserlerle de
geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuştur. Etkilerinin
bugün bile son derece canlı bir şekilde yaşıyor olması
da bunun bir diğer göstergesidir. Tercümelerinin
neşri müyesser olduğunda ne demek
istediğim rahatlıkla anlaşılacaktır.
İmam el-Kevserî'yi "imam", "müceddid" gibi
vasıflarla anan sadece Ebu Zehra merhum değildir.
Muhammed Yusuf el-Bennûrî, Yusuf ed-Dicvî,
Selâme el-Azzâmî, Abdülvehhâb Abdüllatîf, Abdurrahman
Halîfe, Ahmed Hayrî, Abdülfettâh Ebû
Gudde onu mezkûr sıfatlarla ve benzeri ifadelerle
ananlar arasında ilk akla gelenlerdir.
DR. EBUBEKİR SİFİL İLE SÜNNET ÜZERİNE
Burhan - Nisan 2009

21 Temmuz 2009 Salı

(yalnız kur'an)diyenler müslüman değildir...

"Yalnız Kur'an" diyenler Müslüman değildir
Deniz tarafından Salı, 2007-08-21 09:54 tarihinde gönderildi.
Sünnet
İmam-ı Beyheki Delail kitabında şöyle rivayet eder:
"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn (Radıyallahü anh), şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:
- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’anda bir şey bulamıyoruz.
İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:
- Sen Kur’anı okudun mu?
- Evet.
- Kur’anda sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?
- Hayır.
- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Peki Kur’anda kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekat düştüğüne rastladın mı?
- Hayır.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Resulullahtan öğrenmedik mi? Hac suresinde (Eski evi [Kabe’yi] tavaf etsinler) âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?
- Hayır.
- Allahü teâlânın Kur’anda şöyle buyurduğunu duymadınız mı? (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.) [Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki: Sizin bilmediğiniz bizim Resulullahtan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."
Bir âyet-i kerime meali: (Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir resul gönderdik.) [Bekara 151]
İmam-ı Şafii hazretleri, (Bu âyetteki hikmetten maksat, Resulullahın sünnetidir. Önce Kur’an zikredilmiş, peşinden hikmet bildirilmiştir) buyuruyor.
Kur’an-ı kerim açıklamasız öğrenilseydi, Peygamber efendimize, (tebliğ et yeter) denilirdi, ayrıca (açıkla) denmezdi. Halbuki, açıklanması da emredilmiştir. İki ayet meali şöyledir:
(Kur’anı insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) [Nahl 44]
(Biz bu Kitabı, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet ve rahmet olsun diye sana indirdik.) [Nahl 64]
Bu âyet-i kerimeler, açıklamayı gerektiren âyetlerin bulunduğunu gösterdiği gibi, bunu açıklamaya Resulullah efendimizin yetkisi olduğunu da göstermektedir. Kur’an-ı kerimde her bilgi açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahiy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. İki hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Bana Kur’anın misli kadar daha hüküm verildi.) [İ. Ahmed]
(Cebrail aleyhisselam, Kur’an ile beraber açıklaması olan sünneti de getirdi.) [Darimi]
İmam-ı Şarani diyor ki:
Ma'lûmdur ki, Sünnet Kitâb üzere kaziyedir. Aksi değildir. Zira sünnet, Kur'ân-ı kerîmdeki icmallerin açıklanmasıdır. Müctehid imamlar, sünnetteki icmalleri bize açıklıyan âlimler olduğu gibi, onlara uyan âlimler de, onların sözlerindeki icmalleri bize açıklarlar ve bu kıyamete kadar böyle devam eder.Üstadım Aliyyülhavas'dan (rahimehullah) duydum. Buyurdu: Sünnet bize Kur'ândaki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhdaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz, sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan düâda, iftitahda ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücûd tesbihlerini, ta'dili erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı. İmrân bin Husayn'e bir kimse, bizimle yalnız Kur'ânla konuş dedikte, İmrân ona: (Sen tam ahmaksın. Kur'ân-ı kerîmde farzların rek'atlarının sayısı açık olarak var mı? Yahud bunda sesli okuyun, diğerinde sessiz deniyor mu?) buyurdu. O kimse hayır dedi. İmrân bu sözü ile onu susturdu.Yine Beyhakî Sünen'inde Müsâfir namazı bölümünde, hazreti Ömerden (radıyallahü anh) bildirir: Hazret-i Ömere yolculukta namazın kasr edilmesi, ya'nî dört rek'atlı farzları iki rek'ât olarak kılmaktan soruldu ve: «Biz, azîz kitabda korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz» denildi. Sorana: «Ey kardeşimin oğlu [yeğenim], Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekatlı farzları iki kılardı. Onu teşrî' eden Resûlullahdır (sallallahü aleyhi ve sellem)» buyurdu. Bu sözü iyi düşün. Çünkü çok güzeldir.
İmam-ı Süyuti diyor ki:
"Şunu bilesiniz ki, usül ilminde maruf olan şartları taşıyan -kavlî olsun fiilî olsun- hadisler hüccetdir. Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hadislerini inkar eden kimse küfre girer ve İslam dairesinden çıkar, yahudilerle, hıristiyanlarla veya Allahü teâlânın murad ettiği diğer kâfir fırkalarla beraber haşrolunur." (Miftahu'l-cenne, s.18)
Mehazlar:
1. İmam-ı Süyuti, Miftahu'l-cenne fi'l-ihticac bi's-sunne (Sünnetin İslamdaki Yeri), Rağbet Yayınları, İst. (Tercüme: Doç Dr. Enbiya Yıldırım)2. İmam-ı Şarani, Mizan-ül Kübra (Dört Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı), Berekat Yayınevi, İst. (Tercüme: A. Faruk Meyan).Hazırlayan: Murat Yazıcı
http://muratyazici.blogspot.com/

20 Temmuz 2009 Pazartesi

hangi hoşgörü(nereye gidiyorsunuz?)

Başlığa aldığım soru, Yeni Ümit dergisinin son (Temmuz-Ağustos-Eylül 2007) sayısında Prof. Dr. Suat Yıldırım hocanın, cemaat tarafından Arapça olarak neşredilen Hira dergisinin Ocak-Mart 2007 sayısına Prof. Dr. Muhammed İmara tarafından kaleme alınan makalesinden özetlenerek oluşturulmuş yazının başlığı.
Suat Yıldırım hoca ve dahi derginin editörlük masası tarafından herhangi bir rezerv, şerh, beyan, tavzih, ta’dil vesaire ile karşılanmaması, muhtevasının paylaşıldığını, tasdik gördüğünü gösteriyor.
5/el-Mâide 48. ayetinin “farklı” bir tefsiri üzerine kurgulanmış gibi duran yazı, birey ve toplumların farklı dinlere mensubiyetini, “çoğulculuk” kavramıyla belli bir “meşruiyet” zeminine oturtuyor; “madem “birlik” Allah Teala’ya, “çokluk” da mahlukata ait bir özelliktir, o halde çoğulculuk Allah Teala’nın değişmez bir nizamıdır” diyor; Kur’an’ın, “bu çeşitliliği Allah’ın bir nizamı ve evrenin bir kanunu” olarak gördüğünü söylüyor. İmara’ya –ve onu sükûtla tasdik eden Yıldırım hocaya– göre “Allah, çoğulculuğu, farklılığı, çeşitliliği bir kanun olarak koymuştur.”
Yazara ve mütercime göre farklı ırk ve milletlere mensup insanlar, “Yaratıcı’nın imtihan hikmeti icabı olarak dinleri, dilleri, medeniyetleri, gelenekleri farklı olarak, aralarında fazilette yarışma olan toplumlar olabilirler.”
Yine yazının müellifine ve mütercimine göre “İslam, kendisini inkâr edenler için dünyevî bir yaptırım koymamış, onlar hakkında ahirette hüküm vermenin Allah’a ait olduğunu ilan etmiştir. O sebeple putperestler hakkında bile, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” demiştir.”
Evet, Kur’an sadece bir topluluğun değil, Alemlerin Rabbi’dir; yazıda ifade edilen bu husus temel bir İslamî realitedir. Ancak bu ifadenin yüklendiği vurgu göz ardı edildiğinde sanki “Allah Teala, hangi dinden olursa olsun bütün insanlara rahmet ve merhamet çerçevesinde nazar eder” gibi bir sakat anlayışa geçit verilmemelidir. Bu tamlamanın anlam ağırlığını, “Rabbu’n-nâs” olarak değil, “Rabbu’l-âlemîn” olarak terkip edilmiş olması üzerinde yoğunlaşarak kavrayabiliriz. Aksi halde hem temel bir Kur’anî kavramın anlam buharlaşmasına uğramasına yol açmış, hem de Kur’an’ın “necis” (9/et-Tevbe, 28) dediği yaratıkları da “hoşgörü ve müsamaha” çerçevesi içinde telakki etme garabetine düşmüş oluruz.
Yazının tamamını okuduğunuzda aklınızda şu tarz soruların uçuştuğunu fark ediyorsunuz:
- Varlığa hakim olan Hak-batıl ayrımı, ma’ruf-münker ontolojisi nereye gitti de onun yerine “çoğulculuk” ikame edildi?
- Yazının, Yahudilik ve Hristiyanlık da dahil olmak üzere, mevcut şirk, inkâr, tahrif ve tahrip dinlerini, “varlıkları hikmet ve sünnetullah gereği olan”, dolayısıyla belli bir masumiyet ve meşruiyet anlayışıyla karşılanması gereken olgular olarak görmeyi telkin eden tavrı doğru ise, kâfir ve müşrikler hakkında onca yerici ve alçaltıcı ifadeler kullanan, şirki en büyük zulüm sayan Kur’an’ın bu tavrını nasıl izah edeceğiz?
- İslam, mensuplarına, hak ve hakikati başkalarına tebliğ etme ve diğerlerinin cehennemden kurtulmasına çalışma yükümlülüğü getirdiği halde, farklı dinlere aidiyeti “hikmet” temeline oturtma ve herkesi olduğu gibi kabul etme anlayışını “varlık yasası” olarak takdim etmenin Kur’an’la çelişme anlamına geldiği açık değil mi?- Nereye gidiyorsunuz???
dr.ebubekir SİFİL

14 Temmuz 2009 Salı

cahiliye toplumunda garip olmak!

Cahiliyye Toplumlarında Garib Olmak


İrbad b. Sariye(r.a.)'ın rivayetiyle:
"Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydın olan(en küçük bir şübheyi kabul etmeyen, gayet açık) bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, O dinden(başka yönlere) sapar." (1) diye buyuran yegâne önderimiz Rasulullah (s.a.s.), Ebu Hüreyye (r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı ve(günün birinde) tekrar başladığı gibi garib olacaktır. Ne mutlu O gariblere." (2)
Hayat kitabımız Kur'an-ı Kerim'in meşhur müfessirlerinden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (r.h.a.), Rasulullah (s.a.s.)'in bu hadisini gündeme getirerek şunları beyan etmektedir:
"İslâm'ın istikbali gece değil, gündüzdür. Sönük değil, parlaktır. Ara-sıra basan gece karanlıkları, onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Bu hadis de böyledir. Yani, "İslâm garib olarak başladı (veya ortaya çıktı), ileride yine başladığı gibi garib olarak tekrar başlayacak (yahud yeniden doğacak) ne mutlu o gariblere" demektir. Hadisin sonundaki "fetûbâ" onun korkutmak için değil, müjdelemek için olduğunu gösterir. Gerçi bunda da dönüp garib olma korkusu yok değil, fakat sönmeyip yeniden başlaması müjdesi vardır.
İşte "fetûbâ lil gurabâ" müjdesi'de bunun içindir. Çünkü onlar, "önce geçenler: Sâbikun-ı evvelun" gibidirler. Bundan dolayı hadis de ümitsizliği değil, müjdeyi ifade eder." (3)
Merhamet olunmuş vasat ümmetin mutlak müctehid imamlarından İmam Malik(r.h.a.), bu konuda şunları söyler:
"Medine' de İslâmiyet, garib olarak başlamış ve(günün birinde) yine oraya dönecektir. Hadisin zahiri umum bildirmektedir. İslâmiyet, birkaç kişi arasında başlamış, sonra yayılarak meydana çıkmıştır. Daha sonra O'na, noksanlık ve bozuntu arız olacak ve yine başladığı gibi birkaç kişiden ibaret kimselerde kalacaktır."(4)
İslâm!.. Hayat nizamı!.. Fıtrat Dini… Onsuz olan hayatın, hayat olmaktan çıktığı nizam!... Onsuz insanların, hüsranda olduğu ve aşağıların aşağısına yuvarlandığı yegâne hakikat!... İnsan, onsuz kaldığında asla insan olma makamına çıkamayacağı eşiz hayat nizamı!..
Garib olarak ortaya çıktı!... yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ'nın, en son Rasulü ve en son Nebîsi Muhammed (s.a.s.)'e vahyettiği İslâm, ilk muhatabı olan Mekke halkına tebliğ edildiğinde, asırlardan beri şirk ve küfür içinde olan bu insanlar, İslâm'ı çok olumsuz bir tavırla karşıladılar ve garib gördüler… küfür ve şirk ile kirletilmiş beyinleriyle kalbleri, Tevhidi bir türlü kavrayamadı, dolayısıyla kabul edemedi ve reddetmeleri yetmiyormuş gibi, iman eden muvahhid mü'minlere karşı düşman kesilip en korkunç işkenceler yapmaya başladılar…
Yegâne hayat nizamı İslâm, başlangıçta çok az insanlar tarafından kabul edildi… Muvahhid Mü'min Müslümanların sayısının azlığından dolayı İslâm, kimsesiz ve yabancı bir kimse durumundaydı… taraftarlarının azlığı onu, bir garib gibi gösteriyordu… Fakat sahibi Allah Teâlâ idi. Âlemlerin Rabbi Allah!... Bütün güç ve kuvvetin kendisine ait olduğu, eşi, benzeri ve ortağı olmayan yegâne Rabb Allah!...
"Hiç şübhesiz Zikri (Kur'ân-ı) Biz indirdik Biz. Onun koruyucuları da gerçekten biziz." (5)
"Allah, iman edenlerin velîsi (dostu, yardımcısı ve destekleyicisi)dir. Onları, karanlıklardan nûra çıkarır."(6) diye buyuran Allah Teâlâ!...
Kendisine katıksız iman eden Muvahhid Mü'min Müslüman kullarını garib bir hâlden nasıl kurtarıp, yeryüzünün halifeleri durumuna getirip kendilerini iktidar sahibi yaptığını şöyle beyan buyuruyor yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ:
"Hatırlayın, hani sizler sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz. İşte O, sizi (yerleşik kılıp) barındırdı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızıklar verdi ki, şükredesiniz." (7)
"Allah içinizde iman edenlere ve Salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şübhesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidar sahibi kıldıysa, onları da yeryüzünde güç ve iktidar sahibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktırlar.
Dosdoğru namaz kılın, zekâtı verin ve Rasule itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz." (8)
Takdir edilen zaman içinde gerçekleşen bu va'd, va'dinden asla vazgeçmeyen Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ tarafından va'dedilmiştir… ve va'dettiği mutlaka yerine gelmiştir.
"Şübhesiz Allah, verdiği sözden dönmez."(9)
"Allah, va'dinden dönmez."(10)
"(Bu,) Allah'ın va'didir. Allah, va'dinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler."(11)
"Haberin olsun, şübhesiz Allah'ın va'di haktır. Ancak onların çoğu bilmezler."(12)
Rabbimiz Allah Teâlâ'nın, gerçekleşmesinde hiçbir şübhe olmayan bu va'di, "Asr-ı Saadet" Mü'min Müslümanları için gerçekleştiği gibi, onlar gibi olan ve gerçek garibler için her asırda, her zaman ve her mekânda gerçekleşir… bu hakikat, Allah'ın Sünneti'dir… Sünnetullah'da hiçbir değişme olmaz…
"(Bu,) Allah'ın öteden beri sürüp giden Sünnetidir. Sen, Allah'ın sünneti'nde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın." (13)
Garib olarak başlayan İslâm'ın garib taraftarları, katıksız iman eden Muvahhid Mü'minler, Önderimiz Rasulullah(s.a.s.)'in talimatlarına harfiyen uyup, her türlü zorluğa ğöğüs gererek direndiler ve Allah Teâlâ onları muzaffer eyledi… Onlar, korku içinde azınlık oldukları bir hâlden, iktidar sahibi olan ve müşrik düşmanları korku içinde bırakan bir hâle getirdi… Onlara verilen bu zafer ve ödül, onların Allah'ın hükümlerini, önderleri Rasulullah(s.a.s.)'in Sünneti'nde olduğu gibi kabul edip gereğini amel olarak yerine getirmeleri sebebiyle idi…
"Ne mutlu O gariblere" diye buyuran önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah(s.a.s.), kendilerini müjdelediği gariblerin kimler olduğunu vasıflarıyla beyan buyurmuştur…
Amr b. Avf(r.a.)'ın rivayetiyle şöyle buyuruyor Rasulullah(s.a.s.):
"Yılan toplanıp deliğe çekildiği gibi din de, muhakkak sürette toplanıp Hicaz'a çekilecek ve dağ keçileri dağın doğurunda üslendikleri gibi din de, muhakkak surette Hicaz'da üslenecektir.
Din garib(bir nizam) olarak başlamıştır ve ileride tekrar garib olacaktır. Benden sonra insanların sünnetimden(yolum ve şeriatımdan) bozmuş olduklarını düzeltmeye çalışan gariblere müjdeler olsun." (14)
İslâm, şirkin ve küfrün egemen olduğu bir ülkede, tağutların put heykeller adına söz sahibi olduğu bir zamanda gündeme geldi ve insanlar tarafından dışlanmışken çok az kimse tarafından kabul gördü… Garib olan İslâm'ı, garib olan Muvahhid Mü'minler bağırlarına bastılar, iman edip İslâm'ın egemenliği uğrunda bütün gayretlerini sarfettiler… Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten asla yılmadılar… Allah Teâlâ'nın yardımı ve izni ile küfür ve şirkin egemenliği yıkıldı, bütün cahiliyye işleri ayaklar altına alındı… Şirk alçaktı, daha da alçaldı… Tevhid yüceydi, daha da yüceldi… En yüce olan İslâm'ın üzerinde herhangi bir yücelme söz konusu olmadı, olamaz, olmamalıdır da!.. Zafer üste zafer kazanmanın üstünden asırlar geçti ve Müfessir Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın deyimiyle "ara-sıra basan gece karanlıkları", garibleri dinlendirip yeniden uyandırmak için vazifelerine koyuldular…
Üç kıtaya egemen olan İslâm, yeniden garibleşti… İslâm'a katıksız iman eden garibler, selefleri olan garibler gibi oldular…
Yegâne Önderimiz Rasulullah(s.a.s.)'in Allah'ın hükümlerinin hayata uygulanışı olan sünneti'nden, tağutî düzenlerin uşakları tarafından bozulmuş olanları onarmaya ve yeniden İslâm binasını inşâya başladılar… Müjdelenen garibler!...
Amr. b. Avf(r.a.)'dan.
Rasululah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Kim benden sonra ihmal edilmiş olan bir sünnetimi îhya ederse, O sünnetle amel eden insanların sevablarından hiçbir şey eksiltmeden, onların sevablarının bir mislini şübhesiz almış olacaktır.
Kim de, Allah ve Rasulü'nün razı olmadıkları bir bid'atı icad ederse, O bid'at ile amel eden insanların günahlarından hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir mislini yüklenmiş olacaktır." (15)
İslâm topraklarının yüz yıllık işgali ve müşrik-zalim tağutlarının egemenliği, İslâm milleti'ni esaret altına düşürmüş, hayat nizamı İslâm, toplumsal hayattan uzaklaştırılmış ve geri gelmesin diye karada, denizde ve havada barikatlar kurulup en ölümcül silahlarla nöbet beklenir olmuştur…
Tevhidin yerine şirk, imanın yerine küfür egemen olurken, İslâm'ın yerine tağutî sistemler toplumu sevk ve idare etmeye başlamışlardır… İşin en acı ve korkunç yönü ise, küfür ve şirk adına iktidarda bulunan yerli ve yabancı zalim tağutların en büyük destekleyicisi ise, İslâm adını kullanarak aldattıkları, kendilerinin İslâm'a aid olduklarını söyleyen halk kitleleri olmuştur…
Çağdaş Nemrutların, Fir'avunların ve Ebu Cehillerin orduları, Hamanları, Karunları ve Bel'âmları, kendilerini Müslüman kabul ediyorlar. Tağutların zulmü altında işgal edilmiş İslâm topraklarının her parçasına "İslâm ülkesi" adını veriyorlar… İslâm'ın hükümlerinin geçersiz kılınıp yasaklandığı ülkeleri "İslâm ülkesi" zannına kapılan aldatılmış ve her yönden sömürülmüş kitleler çoğunluğu teşkil etmektedir… Garibler, yine azınlıkta… Onlar, bütün bu aleyte ve olumsuz şartlarda, kendilerine yegâne Rableri Allah tarafından emredilen kulluk vazifelerini, önderleri Rasulullah (s.a.s.)'in Sünneti'ne uygun ve imkânları nisbetinde yaşamaya gayret ediyorlar… Küfre, şirke, irtida da ve ilhada karşı bütün gayretlerini sarfederek cihadlarını sürdürüyorlar…
İslâm garib olmuş, Muvahhid Mü'min Müslümanlar garibdirler!...
Yegâne Önderimiz ve hayat örneğimiz Rasulullah(s.a.s.), gariblerin özelliklerini ve O müjdelenmiş şahşiyetlerin tavırlarını anlatıyor!..
1) Abdullah b. Amr.(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Allah'ın en çok sevdiği kimseler gariblerdir."
O'na:
-Garibler kimlerdir? diye soruldu.
"Dinlerini yaşayabilmek için kaçanlar! Allah, kıyamet gününde onları, İsâ b. Meryem(a.s.) ile birlikte haşredecektir." buyurdular. (16)
2) Abdullah b. Mes'ud(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"İslâmi şübhesiz garib olarak başladı ve(günün birinde) garib hâle dönecektir. Ne mutlu garib (Mü'min) lere."
İbn Mes'ud demiştir ki:
-Garibler Kimlerdir? diye sordular.
Rasulullah(s.a.s.):
"Kabilelerinden(İslâmiyet için) ayrılıp uzaklaşanlardır." (17)
3) Ebu'd-Derdâ (r.a.), Ebu Umâme el-Bahilî (r.a.), Enes b. Malik (r.a.) ve Vasile b. Eska (r.a.) rivayet ederler:
Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı, başladığı gibi garib olacaktır. O gariblere ne mutlu!"
-O garibler kimlerdir ya Rasulullah? diye sordular.
Rasulullah(s.a.s.):
"İnsanlar bozulduğunda güzel hâlde bulunan, Allah'ın dininde münakaşa etmeyen ve bir günah sebebiyle Ehl-i Kıble'yi tekfir etmeyendir." buyurdular. (18)
4) Amr b. Avf(r.a.)' dan
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladı, başladığı gibi garib olacaktır. O gariblere ne mutlu!"
-Garibler kimlerdir ya Rasulullah? diye soruldu.
Rasulullah şöyle buyurdu:
"Sünnet(ler)imi ihyâ edip Allah'ın kullarına öğretenlerdir." (19)
5) Abdullah ibn Amr İbnü'l-As (r.a.) anlatıyor:
Biz, bir gün yanında iken Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Gariblere müjdeler olsun!"
-Garibler kimlerdir ya Rasulullah? denildi.
Rasulullah(s.a.s.):
"Bir çok kötü insan içinde az olan Salih kişilerdir. Onlara isyan edenler, itaat edenlerden daha çoktur!... buyurdular. (20)
6)Abdullah İbn Ömer(r.anhuma)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"İslâm garib başladığı gibi, garib olacaktır. Ne mutlu O gariblere!
Dikkat ediniz! Mü'min olarak vefat ettikten sonra Müslüman için aslında gariblik yoktur." (21)
Malum olduğu üzere, “Hak ve Hakikat peşinde olmak, garib ve yanlız kalmak demektir!..”(22)
Malum olduğu üzere, "Hak ve Hakikat peşinde olanlar, bu ümmetin garibleridirler…Garibler, kurtuluşa ermişlerdir…
"Sizden, hayra çağıran, iyiliği(ma'rufu) emreden ve kötülükten(münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (23)
Ümmetin garibleri, ihya erleridir… Tevhidi ihya edip şirki kahredenlerdir… İmanı ihya edip küfrü yok edenlerdir… İslâm'ı ihya edip tağutî düzenleri ortadan kaldıranlardır… Sünneti ihya edip bütün bid'at ve hurafeleri silip süpürenlerdir… "Yeniden İslâm'a" deyip İslâm binasını sarsılmaz iman temelleri üzerinde yeniden inşâ eden ihya erleri, küfür ve şirk düzenlerine destek veren kitleler içinde hak taraftarları oldukları için garib kalırlar… Azınlıkta olmalarına rağmen daima galibdirler…
"Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını umanlar(şöyle) dediler: "Nice küçük topluluk, daha çok olan bir topluluğa, Allah'ın izniyle galib gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir." (24)
Muğire İbn Şu'be(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurur:
"Ümmetimden bir taife, kendilerine Allah'ın emri gelinceye(yani kıyamet kopuncaya) kadar hak üzerinde birbirlerine yardım edici olmakta devam edecek ve bunlar(muhalefet edenlerine) daima galib olacaklardır." (25)
Kurfet b. Eyas(r.a.)'dan,
Rasulullah(s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Benim ümmetimden, daima Allah Teâlâ tarafından desteklenen ve onlara yardımcı olmayan halkın zarar veremeyeceği bir cemaat, kıyamet kopuncaya kadar hiç noksan olmayacak (Ümmetimin içinde daima böyle bir taife bulunacak)tır!" (26)
Yegâne Rabbimiz Allah Teâlâ şöyle buyurdular:
"Kim Allah'ı ve O'nun Rasulünü ve iman edenleri velî (dost) edinirse, hiç şübhe yok, galib gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır." (27)
Katıksız iman eden Muvahhid Mü'minler müşrik tağutların egemen olduğu cahiliyye toplumları içinde garib kalmışlığına rağmen, her zaman ve her mekânda haktan yana olur, Allah'ı, Rasulullah (s.a.s.)'i ve Mü'min kardeşlerini dostlar edinirler… Kâfirleri, müşrikleri, Ehl-i Kitab'ı, mürtedleri ve münafıkları asla velîler edinmez ve "kâfirlerin, mü'minler üzerinde hiçbir velâyet haklarının olmadığına" inanırlar.
Egemen tağutları ve şirk düzenlerini her yönüyle reddeden Muvahhid Mü'min Müslümanlar, kadınıyla ve erkeğiyle birbirlerinin velîleri, yani destekleyicisi ve yardımcısıdırlar… Hakka davet eder, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar…(28)
Egen tağutların işgali altında bulunan İslâm topraklarının kurtuluşu ve esarette tutulan Muvahhid Mü'min Müslümanların hürriyetlerine kavuşmaları için bu ümmetin garibleri elele, gönül gönüle olmalı, omuz omuza vermeli ve hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılmalıdırlar… (29)
"Allah'a tevekkül et, vekil olarak Allah yeter." (30)
……………………………………1) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B. 6, Hds. 42. 2) Sahih-i Müslim, Kitabu'l-iman, B. 65, Hds. 232
Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l-Fiten. B.15, Hds.3986-3987
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l İman, B.13, Hds.2764
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, çev. Rıfat Oral, Konya, 2003, C.1, Sh. 178, Hds. 101/143
Kuzâî, Şibâbü'l-Ahbâr Tercümesi, çev. Prof. Dr.Ali Yardım, ist. 1999, Sh. 200, Hds.671
İmam Taberânî, Hadislerle İslâm-Mu'cemu'l-Evsat, çev. İsmail Mutlu- Ayşenur Kale, ist. 2003, Sh.256, Hds.175. 3) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, ist. 1996, C.6 Sh.190(Yenda yayınları)
NOT: Alıntı yapılan metin sadeleştirilmiştir. Bkz. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, sadeleştirenler: Doç. Dr. İsmail Karaçam, vdğ, ist, T,Y, C.6 Sh. 170 (Azim Yayınları). 4) Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, ist. T.Y. C.2 Sh. 24. 5) Hicr, 15/9. 6) Bakara, 2/257. 7) Enfal, 8/26. 8) Nur, 24/55-56. 9) Ra'd, 13/31. 10) Zümer, 39/20. 11) Rum, 30/6. 12) Yunus, 10/55. 13) Fetih, 48/23. Fatır, 35/43. 14) Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-İman, B-13, Hds. 2765
İmam Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, C.1, Sh. 175-178, Hds. 99/141-142
İmam Taberânî, A.g.e. Sh.. 257, Hds.176
Beyhakî, Kitabü'z- Zühd, çev. Enbiya Yıldırım, ist. 2000, Sh.206, Hds. 716. 15) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.15, Hds.210
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l-İlm, B.16, Hds. 2817. 16) Ahmed İbn Hanbel, Kitabü'z- Zühd, çev.Mehmed Emin İhsanoğlu, İst. 1993, C.2, Sh.217, Hds. 806 C.1, Sh.124, Hbr.402
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.128, Hds.352. 17) Sünen-i İbn Mace, Kitabu'l- Fitren, B.15, Hds.3988
Sünen-i Dârimî, Kitabu'r- Rikak, B. 42, Hds. 2758
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, C.1, Sh.179, Hds. 102/144
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.128-129, Hds. 353. 18) Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.74, Hds.80 Sh.55, Hds 6 ayrıca bkz Taberânî, Mu'cemu'l - Kebir, C.8, Sh,178-179
İbn Hacer el- Heysemî, Mecmau'z- Zevaid, C.1, Sh.106, 156 C.7, Sh.256. 19) Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.70, Hds.62. 20) Abdullah İbnü'l-Mübarek, Kitabü'z-Zühd, çev. M. Adil Teymur, ist.1992, sh.197, Hds. 775
Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, Sh.54, Hds.4
İmam Taberânî. A.g.e. sh. 258, Hds.179 (Ara nüsha: C.9, Sh.8981). 21)Beyhakî, Kitabü'z-Zühd, sh.55, Hds.5. 22) İmam Suyutî, Camiu's-Sağir muhtasarı Tercüme ve Şerhi, çev. İsmail Mutlu, vdğ. İst. 1996 b, C.2, Sh. 547, Hds. 2576 (5270) İbn Asakîr'den. 23) Âl-i İmrân, 3/104. 24) Bakara, 2/249. 25) Sahih-i Buhârî, Kitabu'l- İ'tisam, B.10, Hds.42
Sahih-i Müslimi Kitabu'l-iman, Kitabu'l iman, B.71, Hds.247
Sünen-i Tirmizî, Kitabu'l- Fiten, B-42, Hds. 2330
Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.7. 26) Sünen-i İbn Mace, Mukaddime, B.1, Hds.6.-10. 27) Mâide, 5/56. 28) Bkz. Tevbe, 9/71. 29) Bkz. Âl-i İmrân, 3/103. 30) Ahzab, 33/3.

12 Temmuz 2009 Pazar

muhammed(sav)doğduğu gece

Muhammed (asm) Doğduğu Gece…

İrhasattan [kasıt] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın veladeti hengâmında vücuda gelen hârikalardır ve hâdiselerdir. O hâdiseler, onun veladetiyle alâkadar bir surette vücuda gelmiş. Hem bi'setten evvel bazı hâdiseler var ki, doğrudan doğruya birer mu'cizesidir. Bunlar çoktur. Nümune olarak, meşhur olmuş ve eimme-i hadîs kabul etmiş ve sıhhatleri tahakkuk etmiş birkaç nümuneyi zikredeceğiz:

[Birincisi] Veladet-i Nebevî gecesinde hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman İbn-il Âs'ın annesi, hem Abdurrahman İbn-i Avf'ın annesi gördükleri azîm bir nurdur ki; üçü de demişler: "Veladeti ânında biz öyle bir nur gördük ki; o nur, maşrık ve mağribi bize aydınlattırdı."

[İkincisi] O gece Kâ'be'deki sanemlerin çoğu başı aşağı düşmüş.

[Üçüncüsü] Meşhur Kisra'nın eyvanı (yani saray-ı meşhuresi) o gece sallanıp inşikak etmesi ve ondört şerefesinin düşmesidir.

[Dördüncüsü] Sava'nın takdis edilen küçük denizinin o gecede yere batması ve İstahr-Âbad'da bin senedir daima iş'al edilen, yanan ve sönmeyen, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ateşin, veladet gecesinde sönmesi. İşte şu üç-dört hâdise işarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahî ile olmayan şeylerin takdisini men'edecektir.

[Beşincisi] Çendan veladet gecesinde değil, fakat veladete pek yakın olduğu cihetle, o hâdiseler de irhasat-ı Ahmediyedir ki (A.S.M.), Sure-i [اَلَمْ تَرَ كَيْفَ] de nass-ı kat'î ile beyan edilen "Vak'a-i Fil"dir ki; Kâ'be'yi tahrib etmek için, Ebrehe namında Habeş Meliki gelip, Fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke'ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebabil kuşları onları mağlub etmiş ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitablarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hâdise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın delail-i nübüvvetindendir. Çünki veladete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâ'be-i Mükerreme, gaybî ve hârika bir surette Ebrehe'nin tahribinden kurtulmuştur.

[Altıncısı] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın küçüklüğünde Halime-i Sa'diye'nin yanında iken, Halime ve Halime'nin zevcinin şehadetiyle; güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasını ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş. Hem Şam tarafına oniki yaşında iken gittiği vakit, Buheyra-yı Rahib'in şehadetiyle, bir parça bulut, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş. Hem yine bi'setten evvel Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübra'nın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübra, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş. Kendi hizmetkârı olan Meysere'ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübra'ya demiş: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum."

[Yedincisi] Nakl-i sahih ile sabittir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi'setinden evvel bir ağacın altında oturdu; o yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.

[Sekizincisi] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken, Ebu Talib'in evinde kalıyordu. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu onunla beraber yerlerse, karınları doyardı. Ne vakit o zât yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. Şu hâdise hem meşhurdur, hem kat'îdir. Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümm-i Eymen demiş: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi, ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde."

[Dokuzuncusu] Murdiası olan Halime-i Sa'diye'nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilafına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem kat'îdir. Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasılki evlâdından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (Kuddise Sirruhu) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı.

[Onuncusu] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus veladet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki; şu hâdise Onbeşinci Söz'de kat'iyen bürhanlarıyla isbat ettiğimiz üzere; şu yıldızların sukutu, şeyatîn ve cinlerin gaybî haberlerinden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbaratına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şübhe îras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’ân nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Halbuki daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’ân hâtime çekmişti. İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise...

[Elhâsıl] Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zâtlar zahir olmuşlar. Evet dünyaya manen reis olacak (Hâşiye) [(Hâşiye): Evet Sultan-ı لولاك لولاك öyle bir reistir ki: Bin üçyüz elli senedir saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra herbir asırda lâakal üçyüz elli milyon tebaası ve raiyeti vardır. Küre-i Arz'ın yarısını bayrağı altına almış ve tebaası, kemal-i teslimiyetle ona hergün salât ü selâm ile tecdid-i biat ederek emirlerine itaat ederler.] ve dünyanın manevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlukatının kıymetlerini ilân edecek ve cinn ü inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cinn ü insi i'dam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hılkatini ve tılsım-ı muğlakını ve muammasını açacak ve Hâlık-ı Kâinat'ın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlık'ı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zât; elbette o daha gelmeden herşey, her nev', her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-i istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilse, o da bildirecek. Nasılki sâbık işaretlerde ve misallerde gördük ki; her bir nev-i mahlukat, onu hüsn-i istikbal ediyor gibi mu'cizatını gösteriyorlar, mu'cize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

iki hakikatli söz

SULTAN-I KÂİNAT BİRDİR,
HERŞEY'İN ANAHTARI ONUN YANINDA,
HER ŞEY'İN DİZGİNİ ONUN ELİNDEDİR;
HERŞEY ONUN EMRİYLE HALLEDİLİR.
ONU BULSAN, HER MATLUBUNU BULDUN;
HADSİZ MİNNETLERDEN, KORKULARDAN KURTULDUN

ÎMANSIZLIK BAŞKA ŞEYLERE BENZEMİYOR.
ZULÜMDE, FISKTA, KEBAİRDE BİRER MENHUS LEZZET-İ ŞEYTANİYE BULUNABİLİR. FAKAT ÎMANSIZLIKTA HİÇBİR CİHET-İ LEZZET YOK.
ELEM İÇİNDE ELEMDİR,
ZULMET İÇİNDE ZULMETTİR,
AZAB İÇİNDE AZABDIR.
(risale i nur külliyatı)

dost istersen ALLAH yeter...

DOST istersen ALLAH yeter. Evet o dost ise, herşey dosttur.
YÂRÂN istersen KUR'AN yeter.Evet ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukuatlarını seyredip ünsiyet eder.
MAL istersen KANAAT yeter. Evet kanaat eden, iktisad eder; iktisad eden, bereket bulur.
DÜŞMAN istersen NEFİS yeter.Evet kendini beğenen, belayı bulur zahmete düşer; kendini beğenmeyen, safayı bulur, rahmete gider.
NASİHAT istersen ÖLÜM yeter.Evet ölümü düşünen, hubb-u dünyadan kurtulur ve âhiretine ciddî çalışır.
(Risale-i Nur Külliyatından)

10 Temmuz 2009 Cuma

PEYGAMBERİMİZİN (SAV) AHLAKI...

Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’de, Peygamber Efendimizden ve O’nun ahlâkından bahsederken, “Veinneke le’alâ hulukin aziymin (Ve hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin.- Kalem Suresi:4)” buyurmaktadır.
Hz. Âişe-i Sıddîka (ra), Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tarif ettikleri zaman, “Hulukuhu’l Kur’an” diye târif ediyorlardı. (Sahih-i Müslim, hadis no: 139; Müsned, 6: 54, 91, 163, 216) Hz. Âişe validemiz bu târifleriyle şöyle demiş oluyorlardı: “Kur’ân’ın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın misâli , Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden ve fıtreten o mehâsin üstüne yaratılan O’dur.”
Peki, âyet-i kerimede ve hadis-i şerifte belirtilen “Kur’an ahlâkı” nedir? Bu sorunun cevabını bulmak için Kur’an-ı Azimüşşan’a baktığımızda, Peygamberimizin ve peygamberlerin ahlâkını üç kelimede hülasa etmenin mümkün olduğunu görürüz. Bu üç kelime; hikmet, iffet ve şecaat’tır. Peki bu kelimelerin mânâsı nedir? Yine Kur’an-ı Kerim’e ve hadis-i şeriflere bakarak cevaplandırmaya çalışalım.
Hikmet: Âlem nedir, nereden geliyor, nereye gidiyor? Bu soruların cevabını bulduran ilimdir. En başta da Tevhid ve Haşir konuları gelir. Hikmet sahibi kişi, Rabbini tanır, Âhirete iman eder.
İffet: Batın ve ferc cihetinden harama girmemektir. Harama nazar etmemektir. (Sahabe hiç harama nazar etmemiştir. Bu sahabe mesleğini meslek edinen evliya ve asfiya hayatı boyunca nâmahreme nazar etmemiştir. Öyle ki ücra dağ köylerinde yaşarlarken bile camie giderken şemsiye ile gitmiş, şemsiyeyi kendilerine siper edinmişlerdir.)
İffet, hayalı olmaktır. Haya, gözü, kulağı, eli, ayağı, elhasıl insan vücudunda bulunan 360 uzvu, Allah’ın emrettiği istikamette kullanmak, günahlardan korumaktır. Aksi takdirde edepsizlik edilmiş olunur.
Şecaat: Peygamberler şecaat-i kudsiye sahibidir. Yani, Allah’ın hükümlerini uygularken zerre kadar korkmazlar, çekinmezler. Yeri geldiği zaman zalimi ezerler. Peygamberler Allah’ın hükümlerine karşı çıkıldığı, Allah’ın hükümlerine savaş açıldığı zaman, kol kesendir, baş kesendir. Hiç çekinmezler. Mazlumları da bağırlarına basarlar, onları zalimlerin elinden kurtarırlar.
İşte başta sahabeler olmak üzere, İslâm büyükleri bu şekilde “peygamber ahlâkını” kendilerine rehber edinmişlerdir. Ahlâk-ı azimenin başı; doğru konuşmak, harpten kaçmamak ve güzel ahlâklı olmaktır. Onlar Allah’a verilen sözden kaçmamışlardır. Ruhî firarı, yani bid’alara meyletmeyi asla akıllarından geçirmemiş, Sünnet-i Seniyye ne ise onda sabitü’l kadem olmuşlardır.
Avrupa’da bu ahlâkın zerresi yoktur. Orada beşer ahlâktan tecerrüt etmiştir. Oysa peygamber ahlâkını şiâr edinen sahabeler ve onları taklit eden Mü’minler güzel ahlâk sahibi olmuşlardır. Hz. Ali (ra) ve hanımı Hz. Fatıma validemiz üç gün aç kalmışlar, iftar için ayırdıkları yiyeceklerini muhtaçlara vermekten çekinmemişlerdir. “Allah’ın arslanı” Hz. Ali, muhtaçlara, mazluma karşı bu derece şefkatli iken, Allah’a şirk koşanların, zalimlerin karşısına çıktığında arslan kesilmekte, icabında 700’ünün boynunu vurmaktan çekinmemekteydi. Çünkü o Peygamber ahlâkını rehber edinmiş ve şecaat-i kudsiye sahibi olmuştu. Bu ahlâkın gereği olarak da yeri geldiğinde haddini aşanlardan, zalimlerden korkmuyor, onların cezasını vermekten çekinmiyordu.
Burhan Bozgeyik

CEMAATTEN DEVLETE GİDEN YOL:HİCRET

Cemaatten devlete giden yol: Hicret
İslâm coğrafyasında Müslümanların müşrik rejimlerin işçiliğini ve bekçiliğini yapma zilletinin içine düştükleri ve hatta bu zillette hayrda yarıştıkları gibi birbirleriyle yarıştıkları bir dönem ve devrede hicreti gündeme getirmek, ateşten bir gömlek giymek gibidir. Hicret, harbi ve mürtedler tarafından istilâ edilmemiş bir İslâm toprağında yaşama kavgasının adıdır. Müslümanın gerçek vatanını aramasıdır. Müslümanın vatanı, Müslümanın doğduğu, doyduğu yer değil, inancını yaşayabildiği yerdir. İbn-i Haldun; "İnsan, içinde yaşadığı muhitten edindiği alışkanlıklarının çocuğudur" der. Bu, sosyolojik bir tesbit olarak doğrudur. Ancak bir Müslüman için geçerli değildir. Müslüman insan; ne içinde yaşadığı muhitten edindiği alışkanlıklarının çocuğudur ve ne de içinde yaşadığı anın çocuğudur. Müslüman insan, her yerde ve her zaman kendi inancının çocuğudur. Zaman ondadır, mekân ona emanettir. Vakit kendisini kuşanmadan o inancı adına vakit kuşanır ve içinde yaşadığı mekâna inancını âmir ve hâkim kılar. Hiçbir çaresizlik mü'min insanı inancından ve inancına göre yaşama aşkından, sevdasından vazgeçiremez. Tâgûtî iktidarların baskısı ve çevre şartları sebebiyle, İslâmî bir hayat yaşayamayan her mükellef, mutlaka hicret etmek mecburiyetindedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, Müslüman oldukları ve hicrete güçleri yettiği halde bu ibadeti terkedenler uyarılmışlardır. "Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz? (İslâm için ne yapıyordunuz?)" Onlar, "Biz yeryüzünde (İslâm'ın emirlerini tatbikten) âcizlerdik" derler. Melekler de, "Peki!.. Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi? Siz de oradan (İslâmî bir hayat yaşayamadığınız yerden) hicret edeydiniz ya!? derler. İşte onların durağı (varacağı yer) cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içerisinde bırakılıp da, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesnadır. Zira onlar (acz ve zaaf içerisinde olanlar) Allah'ın affedeceğini umabilirler!" (4/Nisâ, 97-99). Mekke'de, Müslüman oldukları halde (hicret etmeye imkânları da varken) "imanlarını gizleyen ve İslâm'ın emirlerini edâ edemeyen" kimseler hakkında inen bu ayet, hicretin önemini bildirmektedir. Şimdi konuya değişik bir açıdan bakalım: "Hicret ibadetinin edâ edilebilmesi için kâmil mânâda bir İslâm ülkesinin bulunması şarttır" diyerek kendilerini ma'zur görenler haklı mıdırlar? Bilindiği gibi sahabe-i kiram'ın ilk hicret ettiği ülke Habeşistan'dır. İmam-ı Serahsi "Mekke'yi" şu şekilde tarif etmektedir: "O dönemde Mekke; şirk ahkâmının tatbik edildiği bir dâru'ş şirk idi."(İmam Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, ty., c. XIV, sh. 57). Mâlum olduğu üzere; birinci ve ikinci Habeşistan hicretinin edâ edildiği dönemde, yeryüzünde dâru'l-İslâm vasfına hâiz bir belde yoktur. Dolayısıyla "Hicret ibâdetini edâ edebilmek için, kâmil mânâda bir dâru'l İslâm'ın bulunması şarttır" iddiası tutarlı değildir. Nitekim Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî'ye göre, hicret iki çeşittir. Birincisi: İşkence ve korku diyarından, güven diyarına hicret! Tıpkı Habeşistan'a ve Resûl-i Ekrem (s.a.s.)'in hicretinden önce Mekke'den Medine'ye yapılan hicret gibi! İkincisi: Küfür diyarından İslâm diyarına hicret. Bunun misali ise şudur: Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in Medine'ye hicret ederek İslâm devletini kurduktan sonra yapılan hicret... Ancak Mekke fethedildikten sonra Resûl-i Ekrem (sav)'in; "Fetihden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır" (Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî) hükmü gereğince; Mekke-Medine arasındaki hicreti kaldırmıştır. Fukahâ, hadiste geçen fetihden maksadın, Mekke'nin fethi olduğunda müttefiktir. Abdullah İbn-i Ömer (r.a.), "Yeryüzünde küfür diyarı var olup, kâfirlerle savaş sürdüğü müddetçe, hicret devam edecektir. Zira Resûl-i Ekrem (sav); "Düşmanla cihad devam ettiği müddetçe, hicret devam edecektir" buyurmuştur. Bu hadise göre; hicretin farz olduğu küfür diyarı (Müslümanlarla) savaşın devam ettiği beldedir. Küfür diyarındaki Müslüman; baskı ve zulüm altında tutulur, dinini açığa vuramaz ve (küfrün orduları safında) savaşa götürülür" diyerek, hicretin hangi hâlde farz olduğunu izah etmiştir. Savaş söz konusu olmadığı ve İslâmî hükümleri edâ edebildiği müddetçe, hicret ibâdeti farz olmaz. Mükellefin durumuna göre müstehap veya mübah olabilir. Kelime-i Şehâdeti ikrar ve tasdik eden her mükellef, Allahû Teâlâ'nın kitabında ve Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in sünnetinde yer alan her hükmün "mutlak hakikat" olduğunu tasdik etmiştir. Hakikate göre amel etmek ve bâtılı terketmek farzdır. Tâgûtî iktidarların hâkim, Müslümanların mahkûm durumunda olduğu beldelerde; İslâm cemaatinin kurulması şarttır. Müslüman ya İslâmî devletin, ya da İslâmî cemaatin içerisinde ibadetlerini hakkı ile edâ edebilir. Bu iki halin dışında, üçüncü bir hâli gündeme getirmek mümkün değildir. (Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, s. 178-180, İst/1998)
Mustafa Çelik 01.02.2006 Vakit

takiyye nedir?(sadrettin yüksel)

TAKİYYE NEDİR?
Sadreddin YÜKSEL
Bir kimseyi istemediği halde ondan korkarak yüzüne gümesi ve ona dost gibi görünmesidir.
Bahsi geçen bu takiyye prensibi ile amel etmek Caferiye cemaati nezdinde dinin esaslarındandır. Onlar bu prensibi ispatlamak için bir takım ayetleri de zorlamaktadırlar; mesela onlar, Kasas suresindeki "İşte bunlara, sabrettiklerinden dolayı mükafatları iki defa verilecektir" ayet-i kerimesini şöyle tefsir etmişlerdir: "Ehl-i Beyt’e takiyye prensibi üzerine gösterdikleri sabr u sebattan dolayı iki defa mükafat verilecektir." Bu ise, yerden göğe kadar yersiz ve münasebetsiz bir te’vildir; son derece keyfi ve indidir.
Caferilere göre bir Şii, Ehl-i Sünnet arasında bulunduğu zaman bütün ibadetlerinde zahiren onlara uymalıdır. Bu da takiyye kabilindendir. Bu görüşlerini de bazı imamlarından naklettikleri birkaç söz ile teyid etmektedirler: "Kim ki takiyye için bir sünninin peşinde namaz kılsa bir peygamberin peşinde namaz kılmış gibi olur" sözü gibi. Onlar, kendi imamlarının bir çok yaptıklarını bu takiyye ile tefsir etmişlerdir. Hatta Hazreti Ali’nin, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Osman’ın hilafetlerine rıza göstermesi, Hazreti Hasan’ın da Hazreti Muaviye için hilafetten vazgeçmesi ve imamlarının cemaat-ı müslimin’e karşı muhalefet izhar etmemeleri, Caferilere göre takiyye kabilindendir. Yani korkularından hakkı söylemiyerek, hakkı bırakıp haksızlığa yardımcı olmuşlar. Halbuki Hazreti Ali için korkuyu icap ettiren en ufak bir durum bile ortada yoktu.
Hayret, kavim ve kabilesi bakımından Hazreti Ali’den çok zayıf olan Hubab ibnül Münzır, elinde bir delili bulunmadığı halde korkmayıp Hazreti Ebubekir’in halife seçilmesine itiraz edip de, Hazreti Ali gibi büyük bir kahraman niçin sebepsiz yere sussun! Bu hiç mümkün mü? Hubab mücadelesini yaptı, hiç kimse ona kavlen veyahut fiilen bir eziyet vermedi. Hazreti Ali’nin bundan haberi de vardı. Şu halde susması korktuğu için değil, yanında bir delil olmadığı içindir. Son olarak deriz ki: Biz Ehl-i Sünnet olarak korkak bir Ali’yi tanımayız. Korkak Ali bizim değil, ancak Şiilerindir. Bizim Ali’miz ise büyük bir İslam kahramanıdır.
Şimdi Şia başka bir taktik kullanarak diyor ki: "Ali hilafet meselesinde hiç direnmedi, muhalefet etmedi. Çünkü Peygamber ona: "Sen benden sonra kılıç kullanarak fitneye sebebiyet verme" diye tavsiyede bulunmuştur."
El-cevap: Söyledikleri yalan, iftira ve cehalettir. Hiç olur mu? Peygamber hem onu ümmetin başına halife tayin etsin, hem de hakkı kabul etmekten imtina eden kimselere karşı kılıç çekmekten men etsin!.. Biz Hazreti Peygamber’i de, Hazreti Ali’yi de bu gibi tezatlı ve gülünç hallerden tenzih ederiz. Sözleri doğru olsaydı Hazreti Ali, Sıffın ve Cemel’de de Resulullah’ın tavsiyesine muhlefet etmiyeyim diye kılıç çekmezdi, bu bir!.. İkincisi Hazreti Ali’ye halifeliği teslim etmiyenler Şiilerin nazarında küfrün en çirkin çeşitlerini alenen işlemiş olurlar. Peygamber bu gibi kimselere karşı "kılıç çekilmesin" diye hiç tavsiyede bulunur muydu? Bu aklen ve mantıken mümkün mü?..

[Bu makale Muhterem Sadreddin Yüksel Hocaefendi’nin Dini ve İlmi İncelemeler (İstanbul 1969, Ötüken Yayınevi) adlı eserinin 146-148. sahifelerinden alınmıştır.]

9 Temmuz 2009 Perşembe

secde ayetleri

Secde Ayetleri

Tilavet'in kelime manasi "Okumak"dir. Kur'an-i Kerim'in muhtelif sûrelerinde "Secde" Ayet-i Kerimeleri mevcuddur. Imam-i Mergidani: "Kur'an-i Kerim'de Tilavet secdesi, ondört yerdedir."(450) hükmünü zikreder. Bunlar; A'raf Sûresi: 206, Ra'd Sûresi: 15, Nahl Sûresi: 60, Neml Sûresi: 25, Secde Sûresi: 15, Sa'd Sûresi: 24'ün sonu, Fussilet Sûresi: 37-38, Necm Sûresi: 62, Insikâk Sûresi: 18-19 ve Alak Sûresi: 19. ayetin sonundadir.(451) Bu Ayet-i Kerimeleri okuyan ve onu dinleyen üzerine secde etmek vacib olur. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Secde etmek, okuyan ve işiten kimse üzerine vaciptir, gereklidir"(452) buyurdugu sabittir. Mükellef; ister Kur'an-i Kerim'i dinlemeyi kasdetsin, isterse kasdetmesin, Tilavet secdesi üzerine vacib olur. Mesru bir özürü varsa (Hayiz, nifas gibi) secde vacib olmaz.

611 Hanefi Fûkahasi; üzerine edâ ve kaza hesabiyla namaz lazim gelen bir kimse, secde Ayet-i Kerime'lerini okursa ona secde vacib olur"(453) hükmünde ittifak etmistir. Bu durumda Tilavet secdesi, secde ayetini okuyan sağır kimseye de vacibtir. Zira sağır; edâ ve kaza ehlindendir. Secde Ayet-i Kerimelerini okuyan cünüb, abdestsiz ve sarhoş kimseye de "Tilavet secdesi" vaciptir. Zira bunlar kaza ehlindendir. Ancak kafir, mecnun, çocuk, hayızlı ve nifaslıya vacip degildir. Çünkü bunlar (namazı) edâ ve kaza için ehil değildirler.

612 Hz. Abdullah b. Mes'ud (ra)'den rivayet edildigine göre; Tilavet secdesi üzerine vacib olan mükellef; ellerini kaldirmaksizin tekbir alir ve secde eder. Secde halinde iken üç defa "Sübhane Rabbiyel âla" veya bir defa "Sübhane Rabbina in kane vâdu Rabbina lemef'ûlâ" denilir. Sonra "Allahû Ekber" diyerek secdeden kalkar. Ayaga kalkarken "Gufraneke Rabbenâ ve ileykel masiyr" denilmesi müstehabtir. Feteva-i Hindiyye'de: "Tilavet secdelerinde üç defa "Sübhane Rabbiye'l âlâ" denir. Farz namazlarda oldugu gibi, secde halinde üç defadan fazla da söylenebilir. Fakat üçten daha az söylenemez. Hulasa'da da böyledir. Tilavet secdesi yapmak isteyen mükellef; kalbi ile niyyet eder ve diliyle: "Allah rızası için Tilavet secdesi yapmaya niyyet ettim" der, sonra tekbir alir. Siracû'l Vehhac'da da böyledir. Giyasiye'de: "Tilavet secdesinin edâsı fevri degildir. Ne zaman yapilirsa yapilsin kaza değil, edâ olur. Tatarhaniyye'de de böyledir. Ancak bu hüküm namazin disindaki Tilavet secdeleri içindir. Namazin içinde ise fevri olarak vaciptir. Kıraat uzun sürdügü için, Tilavet secdesi geciktirilirse, kaza edilir. Bunu kasden yapmak ise günahtir. Bahru'r Raik'te böyledir"(454) hükmü kayitlidir. Molla Hüsrev: "Tilavet secdesinin sartlari; tekbir alirken niyyet etmek, kibleye yönelmek, setr-i avrete riayet, hadesten ve necasetten temizlenmektir"(455) buyurmaktadir.

613 Kur'an-i Kerim'deki secde Ayet-i Kerimelerini okuyan ve dinleyen mü'minler, üzerlerine vacib olan secde hususunda titizlik göstermelidirler. Çünkü bu amel; şeytani ve tağuti güçleri hüsrana uğratan bir olaydır.




Sûre No Ayet No:

1. 7 Araf 206
2. 13 Rad 15
3. 16 Nahl 49
4. 17 İsra 107
5. 19 Meryem 58
6. 22 Hacc 8
7. 25 Furkan 60
8. 27 Neml 25
9. 32 Secde 15
10. 38 Sad 24
11. 41 Fussilet 37
12. 53 Necm 62
13. 84 İnşikak 21
14. 96 Alak 19

8 Temmuz 2009 Çarşamba

İBLİSİN ASKERLERİ(AHMET YESEVİ KS)

İblis'in Askerleri:
Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fakr-Nâme" adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:
"Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müridlerini idare edemeyecekler.
O şeyhler ki müridlerinden açgözlülükle birşeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid'at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ'nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müridleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.
Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müridlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müridlerinden yardım alırlar. Eğer müridleri bağış ve yardımda bulunmasa, döğüşürler ve 'Benim küskünlüğüm Allah'ın küskünlüğüdür.' derler.
Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.
Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.
Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler mel'undurlar. Onların fitnesi Deccal'den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürteddirler."
"Mir'atül-Kulûb" adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:
"Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaatı düşman görüp ehl-i bid'at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ'dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar."

muhabbet,itikat,fıkıh,ölüm:mektubat-ı RABBANİ DEN..

55.MEKTUBDAN:
Bu mektûb, seyyid şeyh Abdülvehhâb-i Buhârîye ?rahmetullahi teâlâ aleyh" yazılmışdır. Muhabbet bildirilmekdedir:
Çok zemândan beri, huzûrunuzda bulunanlara karşı kalbimde bir muhabbet hâsıl olmuşdur. Dahâ önce aramızda bulunan bağlılıkdan başka olan bu sevgi, bizleri uzakdan düânız ile meşgûl etmekdedir. Âlemlerin efendisi ve her varlığın övündüğü, sevgili Peygamberimiz ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyât" (Bir kimse din kardeşini severse, bu sevgisini ona bildirsin!) buyurdu. Fakîr de ?rahmetullahi teâlâ aleyh" sevgimi bildirmenin iyi ve uygun olduğunu gördüm. Resûlullaha ?aleyhissalâtü vesselâm" yakın olanlara karşı bu sevginin hâsıl olması, kıyâmetde kurtulmak ümmîdimizi artdırdı. Allahü teâlâ, sizleri hep sevmemizi nasîb eylesin. İnsanların efendisi hurmetine düâmızı kabûl buyursun ?aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm!"
75.MEKTUBDAN
Bu mektûb, yine Mirzâ Bedî'uz-zemâna ?rahmetullahi aleyh" yazılmışdır. Mahlûkların en üstününe uymağı, önce i'tikâdı düzeltmeği, sonra fıkh bilgilerini öğrenmeği bildirmekdedir:
Allahü teâlâ, size selâmet ve âfiyet versin! Dünyâ ve âhıret se'âdetlerine kavuşmak için, dünyâ ve âhıretin efendisine ?aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü etemmühâ ve ekmelühâ" uymak lâzımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce i'tikâdı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mubâh ve müştebeh [şübheli] bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki i'tikâd ve amel kanadları elde edildikden sonra, eğer ezelde mes'ûd olmuş ise, mukaddes âleme uçmak nasîb olur. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz. Bu alçak dünyâ, arkasından koşmağa değmez. Bunun, malının, mevkı'inin değeri yokdur ki özenilsin. Değerli, kıymetli şeyleri aramalıdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeble yaratdığı, gönderdiği için, kendisine kavuşduran sebebi, o vesîleyi Ondan istemelidir. Fârisî mısra' tercemesi:
İş budur, bundan başkası hiçdir.
Bu fakîrlere ?rahmetullahi aleyhim ecma'în" yakınlık göstererek yardım istiyorsunuz. Size müjdeler olsun! Sağlam olarak ve kazanarak geri dönersiniz. Fekat, bir şartı gözetmek lâzımdır. O da, kalbi yalnız bir yere bağlamakdır. Kalbi birkaç yere bağlamak, insanı harâb eder. (Bir yerde olan, her yere kavuşur. Heryere dağılan hiçbir yer bulamaz) sözü meşhûrdur. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun. Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde bulunanlara selâm olsun!
89.MEKTUBDAN:
Bu mektûb, mirzâ Alî Cân için yazılmışdır. Ölüm için sabr dilemekdedir:
Hak teâlâ, hepimizi islâmiyyetin doğru caddesinde bulundursun ?alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye"! Enbiyâ sûresi otuzbeşinci ve Ankebût sûresi elliyedinci âyetlerinde meâlen, (Her canlı, ölümün tadını tadacakdır!) buyuruldu. Bunun için, her insan ölecekdir. Ölümden kurtuluş yokdur. Hadîs-i şerîfde, (Ömrü uzun, ibâdetleri de çok olana müjdeler olsun!) buyuruldu. Dostu dosta ölümle kavuşduruyorlar. Bunun için, Allahü teâlânın âşıkları, ölümü düşünerek tesellî buluyor, üzüntüleri azalıyor. Ankebût sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya kavuşmak istiyenler! Biliniz ki, Allahü teâlâya kavuşmak zemânı herhâlde gelecekdir) buyuruldu. Evet, biz geride kalanlar ve nefse esîr olanlar ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmuş olanların ve dünyâya düşkün olmakdan kurtulanların sohbetlerinden mahrûm kalanlar, zararda ve başı yerdeyiz. Ni'metlerini size saçan merhûme vâlideniz, günümüzün en kıymetli varlığı idi. Onun size olan ihsânlarına karşı, şimdi sizin de ona ihsân etmeniz lâzımdır. Düâ ederek ve sadaka vererek her ân yardımına koşunuz! Hadîs-i şerîfde, (Mezârdaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibidir, babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşlarından gelecek bir düâyı hep beklemekdedir) buyuruldu. Bundan başka, onların ölümünü görerek, kendi ölümünü de düşünmeli. Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa sarılmalıdır. Dünyâ hayâtının insanı aldatmakdan başka birşey olmadığını düşünmelidir. Dünyâ kazançlarının Allahü teâlânın yanında az bir kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan kıl ucu kadar vermezdi. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, kendisinden başka herşeyden yüz çevirmekle ni'metlendirsin! Yalnız kendisine bağlanmakla şereflendirsin! Bu düâmızı, Peygamberlerin efendisi hurmetine kabûl buyursun ?aleyhi ve alâ âlihi ve aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ"! Vesselâm, vel ikrâm.
İMAM RABBANİ(R.A)

7 Temmuz 2009 Salı

Bütün Yanlışların Temeli : Ene ve Enaniyet(dr.süleyman koyuncu)

Ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp, gafletle firavunlaşmaz ve Hâlik-ı semavat ve arza isyan edemez.O zikri ilahi sayesinde ene mahv olur.
Gök, zemin, dağ, yüklenmekten çekindiği ve (sorumluluğundan) korktuğu emanetin müteaddid vucuhunun (ayrı ayrı yönlerden) bir ferdi bir vechi “ene” dir. Evet “ene “ Hz Adem'den şimdiye kadar İnsanlık aleminin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i Tuba (cennet ağacı ) ile müthiş bir şecere-i zakkumun (cehennemdeki kötülük ağaç) çekirdeğidir.“Ene” Künu-u mahfiye (gizli hazineler)olan esma-i ilahiyenin (ilahi isimlerin ) anahtarı olduğu gibi , kainatın tılsım-ı muğlakının (anlaşılması zor gizim ve sırların ) dahi anahtarı olarak bir muamma-i müşkülküşadır (anlaşılması zor olan bilmecedir), bir tılsım-ı hayretfezadır. (hayret verici sırdır) O “ene” mahiyetinin (gerçeğinin) bilinmesiyle ,o garip ayırmalı muamma (görünmeyen gizli sır ) , o acip tılsım olan “ene” açılır ve kainat tılsımını ve alem-i vücubun (Allah'ın zatı, İsimleri ve sıfatlarını ifade eden alem) künuzunu (hazinelerini) dahi açar.2Alemin anahtarı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.Kainat kapıları zahiren açık görünürken hakikaten kapalıdır.Cenab-ı Hak ,emanet cihetiyle insana “ene “ namında öyle bir miftah (anahtar) vermiş ki ,alemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir “enaniyet “ vermiş ki Hallak-ı Kainatın kunuzu mahfiyesini (kainat yaratıcısının gizli hazinelerini ) onun ile keşfeder. Fakat “ene” kendisi de gayet muğlak (kapalı ) bir muamma (zor çözülen sır ) ve açılması müşkil (problem) bir tılsımdır .Eğer onun hakiki mahiyeti ve Sırr-ı hilkati (yaratılış sırrı) , hikmeti) bilinse kendisi açıldığı gibi ,kainat dahi açılır.Şöyle ki:Sani-i Hakim (hikmetle yaratan), insanın eline emanet olarak rubübiyetinin sıfat ve şuunatının hakikatlerini gösterecek ,tanıttıracak ,işaret ve nümuneleri cami (kapsayan)bir “ene” vermiştir.Ta ki o “ene” bir vahid-i kıyasi (ölçü birimi ) olup ,evsaf-ı rububiyet (Yüce Allahın Mahlukatı yaratma ,yaşatma ,terbiye etme gibi vasıfları) ve şuunat-ı uluhiyet (Allahın yüceliğinin ,büyüklüğünün tezahürü olan emir ve filleri) bilinsin,fakat vahid-i kiyasi, bir mevcud-u hakiki (gerçek varlık) olması lazım değildir.Belki hendesedeki (geometrideki) farazi (hayali var sayılan) hatlar gibi ,farz ve tevehhümle (zannetmek, var saymakla bir vahid-i kıyasi (ölçü birimi ) teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lazım değildir.3Demkki “ene “ namında bu anahtar elimize verilmemiş olsaydı ,Allahın künhünü zaten kavramanız mümkün değildir,ancak o'nun esma ve sıfatları sayesinde varlık ve bilgisini kavrıyorduk Artık ene olmaksızın Allah'ın isim ve sıfatlarını kavramamız ,onlar olmayınca da Allahın varlık ve birliğini ,kemal sıfatlarla muttasıf ,noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu bilmemiz mümkün olmazdı .O zaman Allah-ı tanımak ve ona ibadet etmek olan yaratılış gayemiz tamamen abasiyete dönüşürdü.Allah'ın isim ve sıfatlarının bilinmesi “eneniyete “bağlanmıştır; çünkü, mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti (sınırı) olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret (şekil) ve bir tayyün (görünme ) vermek için hükmedilemez.mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela zulmetsiz (karanlıksız) daimi (sürekli ) bir ziya ,bilinmez ve hissedilemez ne vakit hakiki veya vehmi (var sayılan) bir karanlık ile bir hat (çizgi) çekilse ,o vakit (o ziya ) bilnir .4İşte Cenab-ı Hakkın ,İlim ve kudret, Hakim ve Rahim gibi sıfat ve esması muhit (kuşatan hudutsuz) şeriksiz (ortaksız ) olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilnmez ve hissolinmaz Öyle ise ,hakiki nihayet ve hatleri olmadığından farazi ve vehmi (var kabul edilen) bir haddi çizmek lazım geliyor. Onu da “eneniyet” yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume (hayali bir rububiyet ),bir malikyet (sahibiyet) , bir kudret, bir ilim tasavvur eder,bir hat (çizgi) çizer ,onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum (olmadığı halde var kabul edilen bir sınır ) vazeder (koyar). Buraya kadar benim , ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar .kendindeki ölçülerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.Mesela ,dare-i mülkünde mevhum rububiyetiyle ,daire-i mümkinatta Halik'ının rububiyetini anlar ve zahir malikiyetiyle ,Halik'ının hakiki mahiyetini fehmeder (anlar). ve “Bu haneye malik olduğum gibi ,Halik da şu kainatın malikidir.” Der ve cüzi ilmiyle onun İlmini fehmeder.Ve kisbi (ferdi çalışma ürünü ) sanatçığıyla O sani-i zülcelalin İbdai sanatını (benzersiz ölçüde ve güzellikte sanat eseri meydana getirme) anlar ,Mesela “Ben şu evi nasıl yahtım ve tanzim ettim ; öyle de ,şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş, der. Ve hakeza ,bütün sıfat ve şuunat-ı ilahiyeyi (Allah'ın hiç kimsenin benzerini yapamayacağı filleri işlerini ) bir derece bildirecek ,gösterecek binler esrerlı ahval ve sıfat ve hissiyat “ene “de münderiçtir (içine yerleştirilmiştir.)Demek “ene” ayinemisal (ayna gibi ) ve vahid-i kıyasi (ölçü birimi ) ve alet-i inkişaf (keşif cihazı ) ve mana-i harfi gibi manası kendinde olmayan ve başkasının manasını gösteren ,vücud-u insaniyenin (insanın varlığının) kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin (insanlık gerçeğinin hullesinden (elbisesinden) ince bir ip ve şahsiyet-i ademiyetin (insanlık kimliğinin) kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki “yüzü” varBiri hayra ve vücüda (var olmaya ) bakar O yüz ile yalnız feyze kabildir. (hayrı kabul edebilen). Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fail (yapıcı ) değil icattan (yaratmaktan) eli kısadır.Bir yüzü de şerre bakar ve ademe (yokluğa) gider şu yüzde o “ene” faildir, fiil sahibidir.Hem, onun (enenin) mahiyeti ,harfiyedir; başkasının manasını gösterir.Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki , bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez .Belki eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mzanülhararet (termometre ) ve mizanülhava (barometre ) gibi mizanlar nevinden bir mizandır.(ölçüdür) ki , vacibü'l Vücud'un mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfatlarını bildiren bir mizandır.İşte,mahiyetini şu tarzda bilen ve izan eden ve ona göre haraket eden 5 “Nefsini günahlardan arındıran kurutluşa ermiştir”6 beşaretinde (müjdesinde) dahil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o ene'nin dürbünüyle ,kainat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve afaki malumat (harici dışarıdan bilgi) nefse geldiği vakit ene'de bir musaddık (gelen bilgiyi doğrulayıcı ) görür; o ulum,nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abasiyete inkılap etmez.Vaktaki ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasi olan mevhum rububiyetini ve farazi (olmadığı halde var sayılan ) malikiyetini terk eder “Mülk onun, hamd onun ,hüküm onundur ve ona dödürüleceksiniz.7 der ,hakiki ububiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvime (yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesine ) çıkar.Eğer o ene ,hikmet-i hilkatini (yaratılış amacını) unutup , vazife-i fitriyesini yaratılış görevini terk ederek kendine mana-i ismiyle (sadece kendine bakan ve kendi manasını tanıtan olarak ) baksa, kendini malik itikat etse (kendinin her şeyin sahibi olduğuna inansa) ,o vakit emanete hıyanet eder.”Nefsini günaha daldıran da hüsrana uğramıştır.8 manasına dahil olur .İşte bütün şirkleri ve şerleri ve dalaletleri tevliteden ( bütün kötülükleri doğuran) enaniyetin şu cihetindedir. Ki , semavat ve arz ve cibal (dağlar) tedehhüş etmişler (ürkmüşler,dehşete kapılmışlar), farazi bir şirkten korkmuşlar.Evet, ene ince bir elif ,bir tel farazi bir hat ( çizgi) iken, mahiyeti bilinmezse ,tesettür toprağı altında neşvünema bulur (Sünbüllenir gelişir) , gittikçe kalınlaşır , vüvud-u insanın (insan bünyesinin ) her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi insanın vüvudunu bel eder (yutar) . Bütün o insan ,bütün letaifiyle (mahiyetindeki bütün ince duygular ) adeta ene olur.sonra ,nev'in enaniyet-i de bir asabiyet-i neviye ve milliye (milli ırkçılık) cihetiyle o enaniyet-e kuvvet verip, o ene ,o enaniyet-i neviyeye istinat ederek şeytan gibi ,sanii zülcelalin evamirine (emir ve buyruklarına) karşı mübareze eder (karşı çıkar), sonra kayas-ı binnefs (kendine kıyasla) suretiyle herkesi hatta her şeyi kendine kıyas edip Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba (sebeplere) taksim eder (paylaştırı); gayet azim bir şirke düşer “Muhakkak ki ,şirk pek büyük bir zulumdür.9 mealini gösterir.10İşte “ene” şu hainane vaziyetinde iken cehl-i mutlaktadır. (gerçek cehalet ) Binler fünunu (fenleri) bilse de ,cehl-i mürekkeble (katmerli cehaletle) bir echeldir (koyu bir cahildir) . çünkü duyguları ,efkarları kainatın envar-ı marifetini (Allah'ı tanımaktan doğan nurlar) getirdiği vakit ,nefsinde onu tasdik edecek ,ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulunmadığı için sönerler. Gelen her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abasiyet-i mutlaka (tamamiyle luzumsuz) suretini alır Çünkü şu haldeki “ene “ nin rengi ,şirk ve ta'tildir.Allah'ı (ve sıfatlarını) inkardır. Bütün kainat parlak ayetleriyle dolsa ,O “ene” deki karanlık bir nokta ,onları nazarda sürdürür,göstermez.11Görüldüğü gibi Cenab-ı Hakk “ene” namında bir anahtarı insana bahşetmiştir. Bu anahtarla pek çok sırların kapılarını aralayabiliyor.Ancak “ene” nin var olan iki yüzünden nuranisini nübüvet çirkin ve karanlıklısını felsefe 12 tutmuş gidiyor.Felsefenin tuttuğu yüzde bütün kötüler ve kötülükler, nübüvetin tuttuğu yüzde ise bütün nurani insanlar ve iyilikleri ortaya çıkmaktadır. Ruhun kuvvetleri denilen gazab kuvveti akıl kuvveti ve şehvet kuvvetlirinin de müsbet veya menfi ortaya çıkmasının temelinde yine “ene” yatmaktadır.”ene”ye mana-i ismiyle bakan ve dine itaat etmeyen felsefe, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalalet zulumatını etrefına dağıtır. Hatta kuvve-i akliye dalında ,dehriyyun (Alemin ezeli ve ebedi olduğunu iddia edip ahireti inkar eden dalalet fırkası ), maddiyyun (maddeye ezeliyet veren maddeci mataryalistler) , tabiiyyun (tabiatçılar, tabiatı yaratıcı kabul edenler) , meyvelerini beşer aklının eline vermiş , Ve Kuvve-i gadabiye (insanın öfke kuvveti ) dalında Nemrutları ,Firavunları Şeddatları beşerin başına atmış ve kuvve-i Şeheviye-i behimiye dalında aliheleri ,sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş ,yetiştirmiş.Nübüvvet silsilesi ise ,küre-i zeminin bağında mübarek dalları ,kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselin ve evliya ve ve sıddikin meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dafia (zararlı şeyleri reddetme duygusu dalında 13 Adil hakimleri ,melek gibi melikler meyvesini vermiştir.
Kaynaklar;1-Ahzab,33/72 2-Sözler S 8733-Sözler S.873 4-Sözler S. 8745-Sözler S.874-875 6-Şems /97-Sözler 876 8-Şems /109-Lokman,/13 10-Sözler S 87611-Sözler S.877; Sözler On birinci Söz S197-20512-Sözler S 879 13- Sözler S 878

Ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp, gafletle firavunlaşmaz ve Hâlik-ı semavat ve arza isyan edemez.O zikri ilahi sayesinde ene mahv olur.

hüsrev ağabeyden bir tevafuk hatırası..

(bediüzzaman said nursi ve anadolu iman hareketi-prof.dr.zekeriya kitapçı)
adlı kitaptan:
((-öğleye doğru hüsrev ağabeyi ziyarete gittiğimde,ağabeyin yorgunluğu bitkinliği yüzünden okunuyordu.omuzlarındaki bir ağırlık onu ezercesine bitirmişti.buna rağmen onun tatlı bir ruhaniyeti ve nuraniyeti vardı.yorgunluk ona sanki zindelik veriyordu.
kardeşim zekeriya diye söze başlamıştı;
o gece kur'an-ı kerim'in el-müminun:18.cüz'ün ilk suresi ve onun baş ayetlerini yazıyordu.bu surenin başındaki her bir ayet "ellezine-o kimseler ki"kelimesi ile başlıyordu.
işte hüsrev ağabey bu "ellezine"kelimeleri arasındaki tevafuku gözetmeye çalışmış nevar ki bir ayet bütün gayretlerine ragmen buna uymamıştı.niçin bu ayet tevafuk etmiyordu.
daha sonra şöyle dedi:
kardeşim içime bir ferahlık,kalbime bir sürur,gönlüme bir sevinç bir inşirah oldu,bu ayetin manası kalbime bir nur gibi doğdu,zekat her mümine değil,sadece zenginlere farz kılınmıştı bu ayetin tevafuka uymamasının sebebi de işte bu idi.islamın şartı kaçtı?beş tevafuk eden ellezine kelimelerini saydık oda beş...
bana biryer daha gösterdi.burası da maun suresi idi.bu ayetlerde yine ellezine kelimesi vardı fakat hiçbirisi tevafuk etmemişti kardeşim dedi:
bu ayetlerde beyan edilen hususlar müminlerin müslümanların yapmaması gereken şeylerdi.bunlardan birini yapmayan kimse belki bir hata eder ve öbür şeyi yapabilirdi bu bakımdan ben de tevafukun niçin düşmediğini defalarca yazdıktan sonra,ancak bu hakikatı anlayabildim...))

,Dinin şeairi kudsiyesinin asliyeti.

Nuru aynim ve kiymetli kardeşim…
Allahu-Tealanın Esma’i Hüsnası vardır.O’nu o isimlerle tesmiye ve dua edin.Ve O’nun isimlerini değiştiren mülhidlere uymayın…Esmaullahda ilhad edenler,ahirette o amelleriyle cezalanırlar…(ARAF : 180)
Dinin şeairi kudsiyesinin asliyeti ; güneşin minver ve mahrekindeki hareketi kadar sabittir…Kutup yıldızının asliyet ve sabitiyeti,seyyaratın harekatındaki nizamın esası,kanunu hangi kudretin elinde ise ; şeairi diniyeye ait ahkam ve evamiri kudsiyenin nizamıda onun yed’i kudretindedir.Seyyarat alemindeki bir infirahın,kainatın başına bir infirahın kainatın başına bir kıyameti koparacağı gibi,desatiri şeriatın ahkamının tağyir ve ref’i de beşerin başına öyle kiyametlerin kopmasını intaç eder.
Yukarıdaki ayeti celilede esmai İlahininasla tebdili kabil olmayacağı amir bulunurken,bir siyasi partinin islamiyete düşmanlık saikiyle,laiklik düşüncesini dini tahrip suretine çeviren icraatı ile Allahü Ekber lafzai celali yerine;(( tanrı uludur))tabirini kanun zoruyla ikame etmeye çalışan zihniyetin,Çinde Mao Çe Tung’un kızıl muhafızların yapmaya çalıştığı kültür ihtilalinin 40 sene evvel Anadolu Müslümanlarına tatbik edilmek istenmesi,zihniyet birliğini ifade etmesi nokta i nazarından ibretle mütalaaya değer bir keyfiyettir…
Lakin ne hazin bir hali elimdir ki; bir zatı nuraniden başka,hareketi-fiiliye ve kavliye ile bu müthiş cereyanı önlemeğe çalışan,ulema zümresinden bir başka kimse görülmemiştir.Yukardaki ayeti celileninsarih manası muvacehesinde sükutu ihtiyar etmek mümkün değildir…Acaba bu ayeti celile bugüne kadar nazarlara hiç çarpmamış mıdır?...
Ayetin mucizei bahiresiyle ifade ettiği mana,istikbale muzaf olarak bir ihbari gaybiyi alenen ifşa buyurması,ve bir zümrenin mahiyetini açıkca göstermesi,Kur’anın kelamullah olduğuna ezel aleminden ebed alemine baktığına en sarih bir burhani katıa değil midir?
GAFİL VE MÜTECAVİZ BEŞER,HALIKIN ESMA’İ İLAHİSİNİ ALEMİ MÜLK VE MELEKUTA İLAN ETTİĞİ HALDE ONA “TANRI”DEMEK VEYA KURANDA GÖRÜLMEYEN VE İSLAMDA OLMAYAN BİR TABİR KULLANMAK SULTANI EZEL VE EBED OLAN BİR ZATI KADİRİN KUDRETİNE KARŞI BİR TECAVÜZ OLMAZ MI?
Dinler tarihi ile meşgul olanların malumudur ki “tanrı”tabiri daha ziyade Allah’ı tanımayan müşrik ve putprestlerin taptıkları ilahlarına itlak olunurken:putların adını Halıkı Zülcelale has kabul etmenin ne müthiş bir dalalet olacağı bedahatle anlaşılır.
NE KADAR DEHŞETLİ BİR TECAVÜZ.
Kaldı ki: beşer bile,acziyeti ile beraber kendi isminden başka bir isimle kendisine hitap edilse ne kadar gücenir,ve onu bir istiskalkabul eder; ve o hitap sahibine karşı içinden nasıl bir haleti ruhiye ihsas eder…Ehli idrakin şuur ve iz’anından dur olmayan bu husus,Rahman ve Rahim olan Halıkın münezzeh zat’ı akdesine karşı öyle bi-edebane bir hareket nasıl tecviz edilir?...
Halıkı Kerim kullarına ihsan ettiği letaifi maddiye ve maneviye gibi akıl,şuur,iz’an,idrak ve sair ulvi cihazat-ı beşeriye,Halıkın münezzeh olan sıfatı kudsiyesine mizan olsun diye ihsan edildiğini adem oğlu düşünmez mi?...
Mehmet KAYALAR(Mizan adlı eserden)

MEHMED KAYALAR'DAN VECİZELER...

İnsan; musibetlerle süzülür tasaffu eder, kemal bulur.

Gazada Rıza-ı İlahiden başka gaye güdenler; gazi değil katil, şehit değil maktuldür…
Muhabbet ve nefretin makamı kalptir. Men' ve müdahale kanunu ona tesir etmez…
Hakiki ubudiyet şükürdür, şükür ubudiyettir…

Dalaletin dalalet olarak zuhuru tehlike değildir. Asıl tehlike dalaletin Hak libasına bürünerek karşımıza çıkmasıdır…
İnanan, iman eden kimse dönmez…

Azm; ne büyük bir vasıftır. Eğer o azm bir kalbe girerse o insan ölmez…

Dualar ve niyazlar;Cenabı Hakkın Rahmetini ve affını celbe, Azabı İlahi ve Gadabı ilahinin ref'ine vesiledir…

Tefrika kurdunu içinize düşürmeyiniz ki, bünyenizi yemesin…İçine ihtilaf düşmüş cemiyetler; ufacık bir sadme ile mahv ve inkıraza maruz kalabilirler…

Nefsi ve enaniyeti yok etmedikçe ihlas kazanılmaz…
Ümidin katili ye’s dir. Öyle ise ye’sin kafasını koparmalı…
Kur’ana tazim; onun emirlerini yerine getirmektir.

Kişi kendini iyi bildikçe felakettedir. Kişi noksanını anladıkça kemale erer…
Amel imanın a'lemidir…

Başkalarının bozuk efkarının arkasından gitmek değil,gayei maksat yaptığınız Kur’an, iman ve islami efkarın arkasından yürümek ve yürütmek şiarınız olsun…

İman iki nısıftır; Yarısı sabır, bir yarısı şükürdür…

Vazifem dine çalışmak, emelim Rıza-ı İlahi…

Dinin şe'ni; tesanüttür, incizaptır, imtizaçtır…

En büyük musibet; günahta (masiyette) ısrardır.

Evet musibetler; doğacak hayırların müjdecisidir. Sureti nahoş fakat sireti hoştur…

Güzel baharlar, cennet misal yeşillikler; kar'lardan,fırtınalardan,bora’lardan sonra gelir...

Hak tanımayan ve hakkı kuvvette bilen zalime karşı hakkın lisanı kuvvettir…

Kurtların canavarların istila ettiği bir sahrada koyun olunmaz, aslan olmak gerek…

Zorbalığa ve zalim yumruğa karşı uysallık ve miskinane tevekkül zillettir, felakettir…

İtirafı kusur kişinin mesuliyeti maddiye ve manevisini nez’ etmez…

Efkarın tenevvüü,hedef ve gayenin taaddüdü ihtilafa sebep oluyor…

Her şeyin bir sonu bir hududu var. Dine hizmetin sonu ve hududu yoktur…

Ey muarız! İslamiyet benim ruhum, İslamiyet için doğdum, İslamiyet için yaşıyorum…

Kainatta hiçbir mevcut kendine malik ve hakim değildir. Şu halde bütün kainat ve mevcudatı idare eden bir halıkı, bir maliki var. Ey insanı gafil onu ara bul, selamete çık.

Kur’an ahkamını kendi efkarınıza değil, efkarınızı Kur’anın ahkamına uydurun…

Başlangıçta her şey küçük olarak meydana çıkar: yavaş yavaş büyür. Musibet ise büyük olarak başlar yavaş yavaş küçülür…

Her şey çoğalınca kıymeti azalır. İlim edep ise çoğaldıkça kıymeti artar.

Bir millet bütün müessesat ve efradıyla bir vücut hükmündedir. Adliye müessesesi sağlam kaldıkça o vücut sağdır. Başka müesseseler mariz kalsa da o vücudun sıhhatine halel gelmez…

Adli müessesesi mariz olan millet yıkılmaya namzet olur…
Devrilen cemiyetler, evvela mahkeme salonlarında yıkılır.
( EL ADL ESASÜLMÜLK ) ‘Adalet mülkün esası, temelidir. Sırrını anla…

Bir milletin tamamı mülkiyet ve hakimiyeti, orduların süngülerin şaşaalı zaferlerinden evvel mahkeme salonlarında tahkim edilir…

Hakkı izhar,insaniyetin en büyük şiarıdır. İnsanlık kemalini Hakka hizmette bulur. Hususen islamiyetin ehli imana telkin ettiği en halis vazife, en mübeccel düstur: hakka, sadakatle hadimiyyet mefkuresidir…

Hakiki bir Müslüman; beni öldürünüz, fakat hakkı izhar etmeme mani olmayınız düsturunu hayatının en ulvi umdesi, insanlığın en mukaddes prensibi telakki eder…

Uhuvvet;uzuvların rabıtası, ecsadın tekarrubu değil, ruh, kalb ve efkarın ittihadıdır…
Terki vazife, ademe yol açar…

Aranızda ihtilaf çıkarmayın, zira sizden evvelkiler aralarında ihtilaf çıkardıklarından helak oldular…

Yalan, hilkati aleme münafidir…
Dine hizmetinizde geri dönmeyin, çünkü zımni bir inkar var…
En güzel amel, niyettir…
Su-i zandan kaçınınız… su-i zan tecessüse, tecessüs de gıybete yol açar…

Ubudiyetin esası duadır…

Mümin putperest olmaz, fakat dünyaperest olur. Dikkat etmeli…

bediüzzamandan avrupalı kafirlere...

Bil ki !
muhakkak kafirler,
bilhassa avrupalı olanları,
bahusus ingiltere şeytanları
ve frenk iblisleri,
müslümanların ve ehl-i kuranın
ebediyyen şiddetli düşmanları ve
inatçı hasımlarıdır.
çünkü,muhakkak ki kuran;
kuranı ve islamı inkar edenlere ve aba u ecdatlarına da idam-ı ebedi cezası ile hükmetmiştir.
onlar için ebedi idam mahkumiyeti
ve cehennemde ebedi hapis cezası kur'an-ı hakimin nasslarıyla sabittir.
ey kuran ehli ! size ebediyen dost olmayacak ve
sizi ebediyyen sevmeyecek olanları nasıl dost tutarsınız?
sadece Allah bize yeter!
o ne güzel vekil'dir; o ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır deyiniz
(arabi mesnevi-i nuriye 180-181)
reddül evham 1 syf:63 ve (mesnevi-i nuriye abdülkadir badıllı)

6 Temmuz 2009 Pazartesi

konuşan yalnız hakikattir.

Konuşan yalnız hakikattır
Risale-i Nur'da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.
Ben şimdi düşünüyorum. Yirmisekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar. Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes'eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor; beni tazyik ediyor; türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmisekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.
Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasıd olsun, ister vehim olsun; ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat'iyyetle yakînen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular?

Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevablarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki: Benim suçum, hizmet-i Kur'aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah'a binlerle şükrediyorum ki:
Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azabdan ve Cehennem'den kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men' ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a'mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men' ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünki şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bir tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cem'iyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünki imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: "O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı." Böyle der ve içinde şübhesi kalır.
Allah'a binlerce şükürler olsun ki, yirmisekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiç

bir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın! diyor, iman hakikatını kendi şahsına âlet yapma; tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!
İşte Nur Risaleleri'nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir. Risale-i Nur'un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitablar daha beligane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said'in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattır, hakikat-ı imaniyedir. Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmisekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.
Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüzbinlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.
Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünki onlar bilmeyerek, kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim

davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.
Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra'nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.

fitneci fetullah gülen..

Bütün bu olumsuzluklar karşısında bize neler düşmektedir? Sorusuna verdiği yanıt ise, fetullah Gülen'in nifakını ve sahtekarlığını ortaya koyuyor:
"Daha baştan kabul etmek gerekir ki, saldırmak ve ısırmak bazılarının tabiatı haline gelmiş. Ne yapalım, Cenâb-ı Hak, bize insanları ısırmak için bir diş, parçalamak için de vahşî bir pençe vermemiş! Öyleyse, bu yolun çileleri karşısında sabretmemiz ve hemen hafakanlara girmememiz lazım. Zaten, bizim inancımıza göre, misliyle mukabele etmek zâlimce bir kaidedir; dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalpsizlere karşı bile gönülsüz davranmak ise mesleğimizin en önemli esaslarındandır."
[09.04.2007 / http://tr.fgulen.com ]
Halbuki Kur'an açık ve kesin olarak "Misliyle mukabeleyi" adalet, ama affedip kendi hakkından vazgeçmeyi ise "fazilet" saymaktadır.
İşte ayetler:
"Eğer ( size hakaret ve haksızlık edenlere) ceza verecekseniz (size yapılan ezanın) misliyle karşılık verin (işte bu adalettir) Eğer sabredip (vazgeçerseniz) andolsun ki bu sabredenler için daha hayırlı(faziletlidir)"
[Nahl: 126 ]
İşte bu böyle: Her kim kendisine yapılan haksızlığın benzeriyle (misliyle) karşılık verirse (bu adalet gereği onun hakkıdır)
[Hacc: 60 ]
Biz onda: (Tevrat'ta) Onların üzerine şöyle yazdık.(Farz kıldık):
Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün yaralara ve azalara karşılık) kısas vardır. (Bu Allah'ın adalet kuralıdır) Ama kim bunu (kendi hak ve hukukunu) sadaka (ve hayırhahlık) olarak bağışlarsa bu, kendisi için (günahlarına) kefaret sayılır.
Her kim Allah'ın indirdiği ile (ve emrettiği şekilde) hüküm ve karar vermez de (bunları değiştirmeye ve dejenere etmeye yeltenirse) işte onlar zalim (kafir ve fasık) olanlardır."
[Maide: 45 ]
Bu konuda, yani "misliyle karşılık vermenin bir hak ve adalet olduğu" hususunda daha pek çok ayetler, hadisler ve müçtehit ulemanın görüş birliği vardır.
Şimdi kalkıp da:
"Bizim inancımıza göre misliyle mükabele etmek zalimce bir kaidedir" diyen Fetullah Gülen:
a) Kur'anın tam tersini söyleyerek acaba ne olmaktadır?
b) Allah'tan daha adaletli ve merhametli rolünü oynayarak şeytana askerlik yapmaktadır.
c) Bu duyarsız ve dayanaksız fetvalarıyla, Müslümanların zalimlerle mücadele ruhunu ve hakkı hakim kılma şuurunu körletmeye çalışmaktadır.
d) Ve Fetullah gülen, bu açık itiraflarıyla, Kur'an'ın ve İslami kuralların emrettiği inanç ve idealden değil, başka bir inanca sahip olduğunu vurgulamakta, Allah'ın adalet olarak gösterdiği "misliyle mükabele"yi "zalimce" saymakta ve buna rağmen Müslüman ve muttaki rolü oynayarak münafıklığını kendisi ispatlamaktadır.
Halbuki, Affetmek ve hakkından vazgeçmek ise, asla dine, devlete, millet ve insaniyete karşı işlenen suçlarda değil, kişisel haklara yönelik haksızlıklar için geçerli olan bir fazilet tavsiyesi olmaktadır.

yalanlar ZAMANla anlaşılıyor!

Size İki Ayna Gösteriyorum
Birisi dindar zamanı, birisi din-i İslâm’dan çıktığı zaman. Yukarıya, öncesine bakılırsa İslâm dininin müdafisi, aşağıya, sonrasına baktığın zaman küfrün müdafisi. İncelendiği zaman her şeyi kolay anlayabilirsiniz.
ÖNCESİ :
"Papa yine sahnede...” (Zaman, 22 Nisan 1990).
"Vatikan ve İngiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor". (Zaman, 17 Haziran 1990).
"Patrikhane entrika peşinde ... İstanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: "Patrikhane İstanbul'da mahpusmuş". (Zaman, 18 Haziran 1991).
"Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp ediliyor. İslam Dünyası'nda Hıristiyanlık atağı". (Zaman, 31 Ekim 1991).
"...Bizans Hayali: "Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu plana göre;
1- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak.
2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler yapılacak.
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul olacağı... Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).
"PKK Hıristiyan işbirliği..." (Zaman, 25 Şubat 1992).
"Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar". "İşte misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).
"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).
“Patrikten tahrik: Fener patriği 1. Bartholomeos Türk hükümetinin kendilerini yok etme politikalarını güttüğünü iddia ederek ülkemizi ABD ve diğer Batı ülkelere şikayet edeceği tehdidini savurdu.” (Zaman, 28 Haziran 1995)
“Bartholomeos Papa statüsü peşinde” (Zaman, 1 Temmuz 1995)
"Patriğin cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).
"Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası'ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos'a plaket verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).
"Patrikhane Lozan'ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç"un verdiği yemeğe katıldı". (Zaman, 22 Eylül 1995).
SONRASI :
"Vatikan'dan sıcak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).
"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar". (Zaman, Ekim 1996).
"Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes konuşmasının ardından, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim 1996).
"Vatikan'da uzlaşma zirvesi". (Zaman, 9 Şubat 1998).
"F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen "Dinlerarası Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü". Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Şubat 1998).
"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı. Patrikten hoşgörü mesajı". (Zaman, 19 Şubat 1998).
"Ehl~i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes'un yanı sıra, Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo... katıldı."
(Zaman, 24 Aralık 1998).
"F. Gülen'in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul'da Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart 1998).
"F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır". (Zaman, 12 Nisan 1998).
"Zaman'a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası ile İlişkiler Başkanı..." (Zaman, 30 Kasım 1998).
"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının, hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı". (Zaman, 15 Şubat 1998)
“Üç büyük semavî dinin temsilcileri bu kudsi ağacın simgesi Hz. İbrahim’in memleketinde ‘Kardeşiz’ mesajını solukladı.” (Zaman, 14 Nisan 2000)
“Hz. İbrahim’in torunları onun adına yapılan sempozyumda devrim yaparak, artık ortak noktaları öne çıkartarak sürekli diyalog kararı aldılar.” (Zaman, 17 Nisan 2000)